top of page
Ara

Zaman.

Yazarın fotoğrafı: Hilal ÇelikHilal Çelik



Kalbimiz kırıldığında “Zaman.” derlerdi. “Zaman.” der, önce biraz susup gözlerini kaçırır sonra neredeyse fısıltıyla “Zaman her şeyi çözer.” diye devam ederlerdi. Sonra gaza gelir uzun demeçlerinden birini daha önüme dizerlerdi. Kişisel tecrübelerime göre zaman hiç bir şeyi çözmedi şimdiye kadar. Ya daha da kötü bir hale getirdi ya da sahip olduklarımızı da kaybetmemize sebep oldu. Ve ben diyorum ki onca zaman sahip olduklarım, o büyük sevgilerim nereye gitti? Onları bir yerlere savuranın sadece zaman olması imkansız olsa gerek. Kendimi teselli etmek istediğim zamanlarda olduğu gibi kendimi sonsuz sevgimin içine bırakmak geliyor içimden. Hep yaptığım gibi ne kadar çok seversem ve ne olursa olsun sevmeye devam edersem hep kazandığım o pembe ütopyanın içine bırakmak istiyorum kendimi. Suratımda utangaç bir gülümseme, gözlerimin rengi yine bal rengine dönmüş, tıpkı kardeşimle küçükken hayalini kurduğumuz gibi pamuk sandığımız bulutların üzerinde keyif çatayım istiyorum.


Kimse üniversiteden mezun olduğumuzda düşeceğimiz bu siyah boşluk hissinden bahsetmemişti bana. Hayata dair debelenişlerimizin arasına sıkıştırılmış kocaman sevgilerin bir gün son bulacağını, sırtını dayadığın her insanın bir gün mutlaka arkasını dönüp gideceğini –ya ölerek, ya terkederek- söylememişti kimse. İşin aslı biri söyleseydi de ne kadar aklıma kazırdım emin değilim şu an. Ama bildiğim bir şey var ki, bazı şeylere sadece inandığında sahip oluyor insan, tıpkı Tanrı gibi.


Bir gün öyle bir noktada buluyor ki insan kendini, ne gidebiliyor ne kalabiliyor. Ne anlatabiliyor ne susabiliyor. Ne sevebiliyor ne nefret edebiliyor. Ve ne vazgeçebiliyor ne inanabiliyor. Eski bir arkadaşım derdi ki “Hayat ‘İki Şehrin Hikayesi’ kitabının önsözünde olduğu gibi.. ‘Öyle bir zamandı ki..’ diye başlıyor her şey ve gözlerin dolu dolu bütün o seneleri gün gün gözden geçirirken buluyorsun kendini. Neyin ne olduğunu, kimin kim olduğunun ayırdına varmaya çalışırken en zorlandığın soru kendinle ilgili oluyor. Kim oldum ben? ve cevap veremiyorsun. Bir insanın artık kendini tanıyamıyor olması sahip olduklarını kaybetmesiyle ilgili sanırım. Ya da onun gibi bir şeyler. Ben mesela eskiden de bu kadar ciddiyetli bir insan mıydım, hatırlayamıyorum. Hatırladığım belli başlı duygular var ama onların da kalbimde, zihnimde yerleri yokmuş gibi kafamın tepesinde bulutlarda süzülüyorlar, asla cevapları bulunamayacaklarından yakınırcasına.


Sonra başlıyorum işte. Önce savaş görmüş çocuklardan, travmalar yaşamış sokak insanlarından, şiddet görmüş kadınlardan ve yaralı bakışlarını kaldırımın kenarındaki su birikintisine çeviren sokak hayvanlarından. Sıra ne zaman bana gelecek diye bekliyorum her seferinde. Sıra bana bir türlü gelmiyor. Ve en sonunda diyorum ki “Peki ben ne olacağım?” kim onaracak şimdi bu olanları?


12 yaşında gözlerinin içi gülen çocuğun gençliğini ben veremeyeceğim ona geri mesela, babası olmadan geçireceği 5 belki 6 seneyi kimse veremeyecek. Sadece buradan baktığımda bile her gün iki kilo vermeye başlıyorum. İştahım kaçıyor, uykum da onun birlikte gidiyor. Ve işte yine karanlık bir gecenin ortasında hangi şarkıyı açarsam daha iyi dökebilirim kelimelerimi diye hesap yaparken, küçük kuzenime sürekli benim gençliğimde, ben küçükken, ben üniversiteden mezun olmadan önce’lerle başlayan cümleler kurarken buluyorum kendimi. İki arada bir derece sıkışmış onca anı suratıma vuruyor ve ben artık gözlerimin içi parlayarak anlatamıyorum onları. Artık o kadar da ışıltılı gelmiyorlar kulağıma, duymak dahi istemiyorum. Özlüyorum. Herkesi ve herşeyi çok özlüyorum.


“Şimdi ne olacak?” diye soruyorum sonra. “Evet depresyondasın Hilaltoş. Ama ne yapacaksın şimdi?”


Her seferinde tek bir cevabım var; “Gideceğim.” Dünyanın öbür ucuna gidersem kendim dahil herkes için daha iyi olacak yönündeki tezim her gün başarıyla bütün antitezlerini çürütüyor. Elimde pasaportum ve uçak biletimle kendimi o bekleme salonunda buluveriyorum.


Oysa Bostancı sahile koşarak gelişimi, nefes nefese bir banka kendimi bırakışımı ve bu kararı verişimi de hatırlıyorum. Vapur o her şeyin başladığı iskeleye yaklaştığında sanki ölüm kalım meselesiymiş gibi Bakırköy’e gidişimi hatırlıyorum. O gün koşarak geldiğim iskelenin bana söyleyecekleri vardı, o gün Bakırköy’e yol aldığım son vapura eşlik eden martıların da bana anlattığı bir şeyler vardı. Hep bir ağızdan bir vedaydı bu, o gün biliyordum. “Gitme vaktin geliyor, kaçma bundan.” diyorlardı sanki. Ve ben gözlerimde yaşlarla geleceğime uzatıyordum ellerimi. Karar verme zamanım gelmişti. 4 sene önce olduğu gibi tıpkı.


Bazen bazı başlangıçlar vedalardan peydahlanır ya, öyle bir veda ve öyle bir başlangıç işte bu. Yakınıyorum, çünkü sanırım annem beni sürekli veda edeyim diye getirmiş dünyaya. Tam kendimi bir yere ait hissettiğim anda gelen hüzün gibi.


Şu hayatta yaptığım bütün hataları tez canlılığım yüzünden yaptım ben. Temeline indiğimde de karşıma Freud’un varoluşsallığı çıktı hep. Bu yüzden pişman değilim hiçbirinden. En azından hepsi için bir sebebim vardı.


Şimdi Tanrı’nın bize bahşettiği yaşamın benim için ikinci level’i başlıyor sanırım. Bu yazı burada dursun, dursun ki unutmayayım. Sevgiyle kalmayı, affetmeyi, kin gütmemeyi, vicdansızlaşmamayı ve asla bencil olmamayı.

Merve’yle evimizi boşaltırken dinlediğimiz şarkı gibi. Kalbimin sesini dinlemekten asla vazgeçmeyeceğim. Uçağım düşmez de ölmezsem eğer bu kötü dünyaya bırakabileceğim en büyük mirasın bu olmasını isterdim. Daima sevmek. Herkesi ve herşeyi.


Çünkü ‘Zaman’ anlattıkları gibi değil. Zaman hiç bir şeyi iyileştirmiyor. Bir şeyleri iyileştiren sadece sevgi oldu benim hayatımda hep.


H.



 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
  • White Facebook Icon
  • White Twitter Icon
  • White Instagram Icon

© 2016 by Hilal Çelik. Proudly created with Wix.com

bottom of page