Bir türlü buluşamamanın verdiği hüzünlü buruşukluk ve hızla akan saatlerin verdiği mayhoş yorgunluk arasında bir yerdeyim. Tabii “Nasılsın?” diye sorarsanız..
Kanada; hayallerin ülkesi, gelemeyenlerin rüyası. Ve işte buradayım. Moduma göre verdiğim cevaplarım var. Eğer o gün benim için müthiş yorucu geçmemişse inanılmaz bir yer olduğunu söyleyebilirim belki. Allah katına kadar uzanan binaları, insana bazen Zeytinburnu metrobüslerini özleten bi tarafımın medeniyeti, mükemmel Tim Hortons kahveleri, kibarlıkları ve sempatiklikleri, her sabah yolumu kaybedip sokağın öbür ucundan çıkmama sebep olan karışık trafik tabelaları, kocaman gülümsemeleri, pahalı telefon operatörleri, tadı tuzu olmayan yemekleri, aniden önünüze çıkabilen sincapları ile kesinlikle Türkiye’ye hiç benzemeyen inanılmaz bir yer.

İşin şakası bir yana ilk geldiğim üç gün benim için hiç kolay geçmedi. İnsan yurtdışına çıkarken, özellikle de homestay’e giderken biraz daha farklı yaşam standartları bekliyor. Ya da bilmiyorum sanırım Türkiye’de yaşam standartlarım biraz fazla mı yüksekti? İlk üç gün resmen sefalet içinde yaşadım. Her sabah evden çıkarken valizler tekrar açılıyor, ortalık darmadağın oluyor, olduğu gibi banyoya taşınıyor sonra her yeri geri toplayıp aç aç okula gidiyordum. Kim’in benim için hazırladığı sandviçler korkunç ötesiydi. Hatta ikinci günümde yediğim sandviçin bozuk olduğunu düşündüğümden Starbucks’tan yoğurt alıp yedim, yoğurdu da hiç sevmem.
Kim’in iki tane dünya tatlısı köpeği var. Dolayısıyla ev gerçekten pis. Burada bir hayvana sahip olmak Türkiye’deki gibi değil anladığım kadarıyla. Örneğin bende köpek besledim fakat tuvaletini her yaptığında annem altını siliyordu onun J. Burada kesinlikle öyle değil. Hayvanlar evin içindeler fakat pislik içindeler. Bir yandan düşünüyorum, onlara da yazık ama yapacak bir şey yok. Temizlik kültürlerimiz oldukça farklı haliyle. Böyle süflü ve düzensiz bir hayat kesinlikle bana göre değildi. Önce evi değiştirmeye karar verdim ama çokta içime sinmedi. Çünkü Kim’le gerçekten çok iyi anlaşıyoruz. Onu çok sevdim.
Sonra rahatsız olduğum şeylerin listesini yaptım ve ne yapabilirim diye şöyle bir baktım. Bir numarada temizlik vardı elbette. İnsan bir süre sonra paranoyaklık yapıyor mikrop kapıp öleceğini falan düşünmeye başlıyor. Sonra düşündüm ve kararlar verip uygulamaya koydum. Kendi odamın temizliği nasıl olsa bana ait ve zaten kimse benim kadar iyi temizleyemez. Odam için prize takılan kokulardan aldım, lavantalı ve orman meyveli olanlardan. İnanılmaz farketti. Sonra odayı kendi istediğim şekle göre dizayn ettim. Katı komple temizledim. Eldivenler giyip banyoya da girdim. Ve artık yaşanılası bir hale gelmişti. Şimdi gayet huzurlu ve temiz görünüyor. Kendime göre bir düzenim var ve her şey yolunda. Hoplaya zıplaya eve geliyorum ve köpeklerle Kim’i bekliyoruz.
Ev dışındaki hayatıma gelirsek. Okul gerçekten eğlenceli geçiyor. Sınıfta iki tane İsrail’li(Niv, Sharon), bir Japon(Yasui), bir İsviçre’li(Damien) arkadaşım var. Hepsi erkek, karı kız muhabbeti yapıyoruz beraber, sınıftaki ergen Türk kızlarıyla dalga geçiyoruz. Geçtiğimiz hafta ciddi manada elektrik sıkıntısı yaşadım. Bilindiği gibi buranın prizleri Türkiye’den farklı ve ben priz dönüştürücü almadan gelmiştim. Biraz aceleye geldi. Çarşamba günü Sharon’la kütüphaneye gidip ödevleri yaptıktan sonra beraber priz dönüştürücü bulmaya gittik. İnanılmaz eğlenceli ve komikti. Star Wars kılıçlarıyla oyun oynayıp sonra ışıklarının nasıl kapandığını bulamayıp kenara bırakıp kaçtık falan. Sharon ve Niv gym’den çıkmıyorlar ve Sharon bana pantolonunu gösterdi, yemekleri yiyemediği için 8 kilo vermiş pantolonu belinden düşüyor sürekli. Annesi en sonunda homestay annesine mail atmış ve yemek listesi yapmış Sharon için. Sharon’un eski kilosuna kavuşması için hep beraber dua ediyoruz şu an.
Perşembe günü hoş geldin partisi oldu. Buluşma zamanı 5’ti ve ben 5’e kadar okulda beklemeye karar verdim. Önce annemi aradım ve bir saate yakın konuştuk. Telefonu kapattıktan sonra karşımdaki çocukla göz göze geldim. “Çok merak ediyorlar dimi?” dedi bana. Tabi o sırada insan Türk birine rastlamaktan mutluluk duyuyor. 4 gündür kimseyle hiçbir şey konuşamıyordum zira. Ki beni bilen bilir bir şeyler anlatmadan yaşamam mümkün değil. Derin konulara girmem lazım illa. Uğurcan’la bu şekilde tanıştık. Ve saatlerce sohbet ettik. Kafalarımız uydu. Biz koridorun ortasında konuştuğumuz için yoldan geçen bütün Türkler yanımıza gelmeye başladı ve ben okulda gerçekten bu kadar fazla Türk olduğunu o gün öğrendim. Herkes diğer günlerde sadece İngilizce konuşacağına ama o günün istisna olacağına söz verdi.
Partide çok eğlendim. Bir tane Türk masası vardı Cem hep orada kaldı, bir süre sonra çantamı ona emanet edip sağa sola bulaştım. Özellikle Japon kızları inanılmaz tatlı ve çok genç gösteriyorlar. Kıza bakıyorsun 17 yaşında anca vardır diyorsun ama 28 yaşında çıkıyor, hiç abartmıyorum. Bu konuda defalarca şok yaşadım. Japonlar İstanbul’u çok seviyorlar bir de. “Nereden geldin?” sorusuna “İstanbul” diyince çığlık çığlığa barın içinde koşuşturduğumuz bile oldu.
Buradaki hayatımı %80 yoluna koyduktan sonra Google amcaya girdim ve gezilecek yerlerin listesini çıkardım ve başladım gezmeye. İlk gittiğim yer China Town oldu, fakat beklentilerimi pek karşılamadı. Tam bir Çin kültürümüdür bilemeyeceğim ama biraz varoş bir yerdi. Toronto’da insanların China Town derken gözleri kalp şeklini alıyor ilginç bir şekilde. İnanılmaz ucuz bir yer olduğu doğru. Dedikleri; ucuz giysiler, ucuz eşyalar, ucuz bir şeyler, ucuz zımbırtılar. Ama şöyle söylemeliyim ki ucuz ve dandik. Bir tane büyük kanada bayrağı almayı düşünüyorum, sanırım oraya bunun için gideceğim tekrar.
Her hafta sonu Niagara Şelaleleri turu oluyor. Cem hafta içi bana bu hafta sonu Brezilyalı çocuklarla gideceklerini söyledi ve beni de davet etti. Çünkü 3 haftaya kalmadan şelale donacakmış ve donmadan görmemiz gerekiyormuş. Bende başta biraz düşündüm ilk haftadan her yere gitmek ne kadar mantıklı ve zevkli olabilir ki diye.. Ama sonra şelalenin donacağı ihtimali geziyi zorunlu hale getirdi. Fakat ben karar verene kadar cumartesi gününün kontenjanı dolmuştu. Cem’e “Please, please değiştir biletini pazara al.” diye yalvarırken ve Cem benimle dalga geçerken Uğurcan’la karşılaştık ve “Ben de gitmek istiyorum beraber gidelim gel.” dedi. Bende Cem’i sattım. Sonra Sharon, Niv ve Damien de bize katıldı. Sharon’u bilet alması için koltuktan sürükleyerek kaldırıp iteklemem gerekti ama olsun. Hepimiz biletleri Pazar için aldık.

Ben cumartesi günü için tatlı bir plan hazırladım. BATA Shoe Museum, Royal Ontorio Museum ve Eaton Centre’ye gitmeye karar verdim, tam olarak bu sırayla. Sharon ve Niv’i de davet ettim ama müze gezmeyi sevmediklerini söylediler. Ama Royal Ontorio Museum’un fotoğraflarını Sharon’a atınca pişman oldu tabi. BATA Shoe Museum iyiydi güzeldi, yaşlı Çinli teyzelerle beraber devasa ayakkabılara güldük. Ama Royal Ontorio Museum inanılmazdı. Zaten 2 saat çıkamadım ve çıktığımda kafam dönmüştü artık. Mısır, Antik Yunan, Roma, Bizans, Çin, Japon, Kore, dinazorlar, değerli taşlar, değersiz taşlar, tablolar, böcekler, kuşlar, hayvanlar, deniz canlıları ve daha aklıma gelmeyen bir dolu şey. İnanılmazdı. Gerçekten çok sevdim. Hatta tekrar gitmeyi düşünüyorum. Gezerken sürekli aklımda “Müzede Bir Gece” filmi vardı. mumyaların dibine kadar girip şu an ne düşündüklerini merak ettim. Örümcekler biraz mutsuz görünüyorlardı.

Müze gezmesinden sonra AVM’ye gittim. Gittiğim AVM gerçekten çok büyüktü. İlk girdiğim yer Migros gibi bir yer oldu, belki Migros’tan biraz daha büyük. Ve içinde aradığım herşeyi buldum. Lens markamın aynısı bile vardı. Türkiye’de kullandığım ve 8 ay boyunca kullanamayacağımı düşündüğüm ürünleri gördüğümde havalara uçtum. En sevindiğim şeyse Clinic ürünlerinin Türkiye fiyatlarının neredeyse yarısı olması oldu. Chanel’den haberim yok ama o da Clinic gibiyse kızları bu tarafa alabiliriz. Uzun lafın kısası normal insanlar giysi alışverişine abanırken kişisel bakım mağazalarını soydum. Sonunda gerçekten yorulduğumda AVM’nin 4. Katına gelmiştim artık. Yürüyen merdivenlerde beklerken İtalyan bir çocukla tanıştım. Çok güzel göründüğümü söyledi ve sonra asla susmadı. Onunla sohbet etmek keyifliydi ama çok hızlı konuştuğu için bazen anlamakta zorluk çekiyordum. Sonunda “Ben Zara’ya gidiyorum.” diyip ondan kaçtım.
Eaton Centre’de Apple varmış. 4. Katı bitirecek gücü kendimde bulamadığım için eve döndüm ama biraz daha dolaşsaymışım belki İphone 7’yi görebilirdim. (Eğer uslu bir çocuk olursam belki bir daha ki sefere.)
Pazar günü inanılmaz yorucu geçti. Fakat şöyle söylemeliyim ki her kuruşuna değdi. Bot turunda sırılsıklam olduk ama tam şelalenin altından geçerken hemen yanımızda beliren gökkuşağı hayatımda şahit olduğum en güzel şey olabilir, en azından şimdiye kadar gördüğüm en güzel şeydi. O kadar parlak ve ışıltılıydı ki tıpkı bir animasyon sahnesinden fırlamış gibi. Fotoğrafını çekmeye çalıştım fakat ancak giderken yakalayabildim çünkü tam o sırada üzerimize şelale yağıyordu ve sırılsıklamdık. Bot turunda bütün rimelim aktı ve panda gibi oldum ayrıca.

Bot turundan sonrası tam bir muamma. Şelalenin arka tarafında resmen harikalar diyarı gibi bir şehir var. Ben bottan indikten sonra Sharon’lardan ayrılıp Alper’lerin yanına gittim. Önce Casino’ya gittik, Salih ve Alper 5’er dolar kaybettiler. Sonra şelale tarafına geri döndük, dönme dolaba bindik. İlk başta biraz ürkütücüydü çünkü benim zaten yükseklik korkum var. Altımızda yapay volkan patlayıp duruyordu, bir adam aşağıda sevdiği kadına evlenme teklif ediyordu ve ben en tepede şelaleye bakarak rahatlamaya çalışıyordum. Tam 5 tur döndük sanırım. İlk 2 turdan sonra alışıyormuş insan. Niagara şelaleleri uzaktan da inanılmaz güzel görünüyordu.
Daha sonra yavaş yavaş hava kararmaya başlamıştı. Ve arka tarafı da gezmemiz bittikten sonra tam şelaleye doğru gidecekken Brezilyalı çocuk ve Özgür’le karşılaştık, bize katıldılar. Sonra yolda Uğurcan’la Japon arkadaşlarını gördüm ve onları da aldık. Bir İtalyan kız arkadaşlarını kaybetmiş bize katılmak istediğini söyledi ve onu da aldık. Oldukça kalabalık bir grup olduktan sonra şelalenin kenarına gidip oturduk. Zaten yarım saat sonra havai fişek gösterileri başladı. Ben o sırada Brezilyalı çocukla sohbet ediyordum. Niagara şelalelerini gece gökkuşağı renginde ışıklandırmışlar güzeldi ama daha da güzel olabilirdi tabii.

Dönüş yolu tam bir işkenceydi. Otobüse gittiğimde Sharon çoktan koltuğa yerleşmişti, yorgun ve üzgün görünüyordu. Yanına oturdum. Bütün gün Casino’dan çıkmamışlar ve 100 dolar kaybetmiş. Otobüs Casino’nun önünden geçerken “Casinoo!! Where is my money?” diye bağırıyordu. İki gündür dalga geçiyorum onunla “Sharon, where is your Money?” diye. Kalbi kırılmış bakış atıp “Casinooo!!.” diye bağırmaya başlıyor.
Yol boyunca Sharon da ben de uyuduk. Niv sağolsun koltuğunu kucağıma kadar yatırdı ve o da uyudu. Oldukça yorucu bir gündü ama ben eğlendim. En azından 100 dolarım hala cüzdanımda. Ama tavsiyem Niagara’ya gitmek isteyen varsa ve ertesi gün Pazartesi işi varsa kesinlikle Cumartesi gidilmeli. Eve geldiğimde gece 1.30’du. Pazartesi sabahı okulda hepimiz uyuyorduk. Ben zaten direk pijamalarımla gittim.
Ve işte bugün buradayım. Güzel dostluklarım var şu an. Herkes işine gücüne bakıyor. Şu an karnım aç, keyfim yerinde, birazdan yarın ki kur atlama sınavı için ders çalışmaya başlayacağım. Kalbim lahmacun ve mantı için atsa da sanırım birazdan değişik Kanada yemeklerinden birini daha tadacağım.
Ben iyiyim, siz kendinize iyi bakın..
H.