Hayatımda sürdüğüm en dandik lacivert ojelerin kokusu odamı doldurmuş, elimde çayım güzel bir Çarşamba akşamı düşünüyorum acaba artık sabah duşlarını akşamdan almanın vakti geldi mi diye, zaten haftaya hava sıcaklığı eksilere düşecek gibi duruyor, ki şu an -1 derece zaten.
Yazmam gereken mektuplar, ezberlemem gereken kelimeler, alışmam gereken yeni sınıfım, Çin’den gelmesi gereken kıyafetlerim, gitmem gereken iki parti, karar vermem gereken altı ay, kurtulmam gereken hatıralarım, arada bir yıkamam gereken kırmızı su kabım, artık değiştirmem gereken parfümüm, bitirmem gereken kitaplarım, konusunun ne olacağına karar vermem gereken makalem, seviyesini artırmam gereken kombi…
Daha bir dolu şey.

Dün Sharon ve Niv’le kütüphanede buluşup ders çalıştık. Dönüşte farkettim ki, çok sevmişim ben bu çocukları. Sharon sürekli ‘Small sister’ diye peşimde, sanki yıllardır bir aradaymışız, sanki yıllardır aynı dili konuşuyormuşuz gibi. Kafam bir şeye takık olsa, biraz tereddüt ettiğimi görseler orada beliriveriyorlar. Kur atladığımda mutlu olacağımı sanmıştım, realde bu benim için güzel bir şey ama ikisini de çok özledim. Dün sırf Niv kendinin de ne olduğunu bilmediği krepli dondurmalı zımbırtıdan istiyor diye bütün Eaton Centre’yi tur attık. En sonunda yolun ortasında topuklarımı yere vura vura tepiniyordum. “Çocuk resmen kitleleri peşinden sürüklüyor!” diye bağırdım arkasından. Sharon kocaman gözlerle bana döndü ve gülmeye başladı. “Ne dediğini bilmiyorum ama doğru bir şey söylediğine eminim.” dedi. Niv o kadar komik ki, çocuk gibi sürekli bir yerlere gitmek istiyor, eğer gelmek istemezsek surat asıyor, boynunu büküyor ciddi ciddi ve kıyamayıp yapmak zorunda kalıyoruz. Bunu yaparken o kadar komik görünüyor ki sırf mutlu olsun diye peşinden her yere gidiyoruz. Sharon Aralık’ın sonunda İsrail’e geri dönecek, onun gitmesini hiç istemiyorum. Burada bana gerçekten neşe veren, gördüğümde içimi sıcacık yapan birkaç tane insan var zaten.
Benim eğitimim bittiğinde İsrail’e gelmem için çok ısrar ettiler. Niv İsrail’de beni götüreceği yerlerin listesini şimdiden yapmaya başladı. Onlara babamdan bahsetmek istedim ama o kadar hevesliydiler ki “Maybe.” dedim sadece. İkisi de biliyor ki ben “Maybe” diyorsam o aslında gelmeyeceğim anlamına gelir ama yine de plan yapmaktan vazgeçmiyorlar. Sharon İstanbul’a gelmekten korkuyor. İki sene önce Amsterdam’da İsrail’li olduğu için bir Türk’ün saldırısına uğramış. Türk çocuk buna bisiklet fırlatmış (Şaşırmadım).

Geçtiğimiz Pazar Santa Claus kutlamaları vardı, Christmas zamanı Halloween’den daha tatlı bence. Her yer ışıl ışıl, evden dışarı adım attığımda temiz hava yüzüme vuruyor ve kendimi manasızca gülümserken buluyorum. Cumartesi günü Kim çocuklar gibi hoplaya zıplaya beni pencerenin önüne sürükleyip ışıldayan gözlerle yağan karı gösterdi. Sonra beraber zıplamaya başladık evin içinde. Evden çıkarken kocaman sarıldım Kim’e. Hayatımda tanıdım en pozitif, en tatlı insan Kim. Öyle aptal pozitiflerden de değil. Bazen ona uzun uzun bir şeyler anlatıyorum, eğer beni üzen bir şeyse gözleri boncuk boncuk oluyor, eğer neşeli bir şeyse kahkahalarımızı bütün sokak dinliyor. O kadar güzel bir insan ki. İlk geldiğim zaman elinde çayla kapımda beliriverirdi, o zamanlar odamdan dışarı çıkmıyordum. Sonra sırf ben mutlu olayım, eve alışayım diye banyomu tamir ettirdi, odamın girişindeki holü oturma odası olarak kullanabileceğim bir hale getirdi ve televizyon verdi bana. Televizyonu çok kullanmıyorum ama Travish ve Nassy’le o çekyata oturup, Kim’le ayaklarımızı sallandırıp ilk televizyon seyredişimizi de unutmayacağım. Kim’e bakınca hayatın çok acımasız olduğunu bilen, asla pes etmemiş ve içinin ışıltısı yüzüne, ellerine, gözlerine yansımış bir kadın görüyorum. Git gide idolüm olmaya başladı anlayacağınız.

Bu satırları yazarken karşımda Merve’nin mezuniyetinde çektirdiğimiz minik fotoğraf var ve her baktığımda güneşi tenimde hissetmeyi ne kadar özlediğimi düşünüyorum, bir de Merve’yi. Burada her sabah okula giderken metroda camdaki yansımamı seyrederken uzun uzun vaktim oluyor düşünmeye. Geçen 4 seneyi geçiriyorum aklımdan. Dün gece kendime birkaç itirafta bulundum mesela ve sabah aklıma geldi şaşırdım kendime. Kendime karşı bu kadar cesur olmamın sebebi neydi ki diye düşündüm. Sonra dün gece ki bana katıldım mecburen. “Kızgınım.” dedim. Tek kelimeyle. Tam olarak anlatamadığım bir kızgınlık. Bir kişiye değil, tek bir şeye değil, bütününe ya da bir kısmına değil. Birbirine tren vagonları gibi bağlanan, ne bir bütün, ne parçaları dağılmış - birleştireyim. Kazdıkça yenisi, üstünü kapattıkça gölgesi soğukta kuruyan ellerim gibi rahatsız ediyor beni, fazla değil. Yara değil, acı değil. Ama hatırladıkça hindistan cevizli kremimi boca ettiğim ellerim de bana kızgın sanki.
Artık dolan gözlerim var, birilerini nasıl sevdiğimi hatırladığımda bana eşlik eden. Kardeşimin cenazesinde bana sanki dünyanın öbür ucuna gitmiş gibi düşün demişlerdi, çok uzakta ama hayattaymış gibi. O zaman bunun hayatımda duyduğum en aptalca şey olduğunu düşünmüştüm. İnsan olarak o kadar bencil ve yaşama tapan varlıklarız ki aslında. Kardeşim hayatta olsaydı da dünyanın öbür ucunda olsaydı özlemeyecektim sanki, onun canı yansa kalbim kırılmayacaktı.
Şimdi bundan daha farklı düşünüyorum. Dünyanın öbür ucunda olan benim ve kardeşim öldü. Aslında dünyanın öbür ucunda olmakla ilgili bilmedikleri şey şuydu ki; herkes gidiyor bir gün. Ölerek, küserek, nefret ederek, severek, bir şeyler kopararak, bir şeyler bırakarak... Ve herkes gittiğinde sen bir tek kardeşini özlüyorsun. Her gidenle beraber sadece kardeşini özlüyorsun. Denklemin eşitliği bozuluyor. Bugün mesela 3 yıldır her gün yaptığım gibi metroyu beklerken ölümü düşünüyordum. Ölmeyi değil. Kardeşimi. Neredeyse 3 yıl oldu onu kaybedeli. Sanırım artık ondan bahsetmekten eskisi kadar hoşlanmıyorum. Eskiden yaptığım gibi gülerek anlatmak zorluyor beni. Ve lanet olsun Toronto ölüm kadar soğuk, ben kardeşimi çok özlüyorum.
Karmaşa içinde kör, bencil ve kin dolu insanlardan, çılgın kalabalıktan uzakta. Görebilen, anlayabilen, konuşmasını bilen insanlar var burada. Ve ben farkettim ki yıllardır kovaladığım kendimim aslında. Korumaya çalıştığım benliğim ne kadar hızlı koşarsa o kadar hızlı kurtulacaktı, sıyrılacaktı kirli ellerden. Bu sefer huzur içinde dinleniyorum. Ve ilk defa saklanmadan hissedebiliyorum hatıralarımın mutluluğunu da acısını da. Her fırsatta parmağını sokan ve daima bir fikri olan ama katiyen bilgi sahibi olmayan insanlardan ziyade dinlemeyi bilen insanlardan bahsediyorum size. Evet onlar gerçekten var.
Kardeşimle bir hayalimiz vardı bizim küçükken. Dünyanın öbür ucunda buz dağlarının ardında kutup ışıklarının altında doğa üstü varlıkların yaşadığı bir medeniyetin olduğuna inanıyorduk. Sonsuza kadar hayatta kalabilen, iyiliği ve kötülüğü yönetebilen, dünyanın varoluşundan itibaren orada olan bir uygarlık. Ve benim deli kardeşim 24 yaşında ölmeden önce hala bir gün orayı bulacağına inanıyordu. İyiliğin ve kötülüğün dengede olduğu bir uygarlıkta iyilikte kötülükte olmayacaktı. Sanırım oraya yakın bir yerlerde yaşıyorum şimdi.
Kardeşime selam olsun.
Eğer bir yerlerde beni görüyorsan, yaşamak istediğin hayatı yaşamaya çalışıyorum senin için. Gitmek istediğin yerlere gidiyorum. Tanımak istediğin insanları tanıyorum. Senin için anılar inşa ediyorum. Senin için gülüyorum her gün, her saniye. Hayal kırıklığına uğrama diye. Hep benimlesin, baktığım her yerdesin.
H.