top of page
Ara

"Uyan."

Yazarın fotoğrafı: Hilal ÇelikHilal Çelik

Her şey taze patateslerle bayat patateslerin birbirine karışmasıyla başladı. Beş yıl önceydi ama o kadarda değildi sanki. Boyumdan büyük sözler verdim kendime, sonra boyumdan büyük sözlerimi tuttum da. Şimdi bu bir uyanış olmalıydı benim için. Ne zaman yolumu kaybetsem seveceğimi sandığım ama aslında hiç sevmediğim o okula geri dönüşün bana asla geri dönmemeyi öğrettiği günleri hatırlıyorum. Bazen düşünüp dururum “Bir şeyi eksik yaptım sanki.” diye. Birşeyler eksik olmalı bu doyumsuzluğumun açıklaması olan. Gemileri yakıp gittiğim ‘bir yerler’ sanki hep bir durak, beni daha ötesine taşıyıp durdu. Sonra kendime “Sen hayal kur.” dedim. Sonra seyret gerçekleşmesini. “Sen sadece iste.” sadece güven kendine. Bu yüzden hiç pişman olmadım, üniversitenin son senesinde veda vakti geldiğinde dahi. Beni bu depresyona sürükleyen ertelediğim pişmanlıklar değildi aslında.


Derdim ki, “Bilemezsiniz.” masanın üzerinde sigara paketlerinin yanında duran mavi kaplı telefonumu işaret ederdim. “Şu telefonun şimdi çalabileceğini ve gelen haberin en yakınından birinin ölüm haberi olabileceğini düşünemiyorsunuz.” Yaşamıyorsunuz da, hadi hakkını verelim. Gördüğüm ölümden sonra masanın üzerinde duran telefonlar bana hep bunu hatırlatırdı çünkü.


Dünya kelebeklerin, kuşların uçuştuğu, unicornların zıpladığı bir dünya değil. Üzgünüm. Belki de en kötüsüne denk geldik. Belki en farkındalığı olan ama en kötüsü. İnsanlar, insanların üzerinden tır gibi geçip ardına bile bakmazken geride kalanlar için gözyaşı dökme görevini ben aldım üzerime. Yalan mı söyledim kendime? Hayır. Bu gerçekti. Yalan olan onların gözyaşlarıydı. Onlar gözlerini kapatıp kör taklidi yaptılar, günün sonunda dilenmeyi bırakıp bütün gün süründükleri yerden yürüyerek kalkan dilenciler gibi güneş gözlüklerini de çıkarıp yaka ceplerine sıkıştırdılar. Ben caddenin karşısından seyrediyordum. Elimde bir şeyim yoktu hayallerimden başka. “Koş.” dediler bana. “Başaracaksın.”


Kölner Dom’da güneş batmadan içtiğim buzlu kahve eşliğinde on üç yaşındaki kuzenimin elini tuttum. “Hayallerini takip et.” dedim ben de ona. Sonra da yuvarladım kendimi bir boşluğa daha. İçimdeki ses her seferinde “Atlamazsan adam değilsin.” diye yırtınırken durup bir kez daha düşünmemin sebebi cesaretsizliğim değildi, adam olmak istiyor muyum bunu sordum kendime bir kez daha. Sanki aşağıda cevabı varmış gibi geldi, bir kez daha atladım. Cevap yoktu ama hep başka sorular vardı. Soruları sevdim ben cevaplardan daha çok.


Viyana’da bir otelde sabaha karşı uyandığımda kapımı birazdan yolun geri kalanı için çalacak babamı beklerken boyumun erişmediği çatı penceresinin perdesini aralamaya çalıştığımda da gökyüzünü görmek istiyordum bu sefer. Ağzımda henüz yediğim haribo şekerlerinin kekremsi tadı vardı. Hep çağırıldım bir yere, ben hep yürüdüm bir yere. Hiç durmadan, hiç vazgeçmeden. “Unutursam içim kurusun.” dedim, biraz da kurudu sanki.


İstanbul’da Fatih’te bir gece yarısı Merve’nin açık kalmış masa lambasının ışığında bu sefer tavanı değil de yerdeki parkeleri seyrettiğim günün sabahında bile biliyordum geçecekti bu günler. O günler hep geçti. Yıllar öyle bir geçti ki. Şimdi etmem gereken bir telefon, elimi uzatmam gereken bir çocukluk arkadaşım var, sık sık yazdığım hikayelerin girizgah kısmında atıf yaptığım. Çocukluğum Eskişehir’de Adalet Ağaoğlu sokakta inşaatların ziftli tahtalarına dokunmaktan kaçınarak saklambaç oynadığım günlerde böyle değildi. Hala çocuk olduğumu varsayarsam yani.


Şimdi konuştuğum insanlar bana büyüdüğümü söylerken inkar ediyorum ne varsa. İçimde ne varsa görmezden gelerek korkakça davrandığım oluyor. Yetişkinlerin dünyasını hiç sevemediğimden hep. Çocukluğumdan yakalamaya çalışan ıslak ellerini, yalanlar söyleyen umutsuz hikayelerini, erkekçe ve kadınca gördükleri bedenleri. Hep beraber kaçırıyoruz hayatı. Yoksa hayatın hepimize birden bu kadar acımasız davranmasının başka bir açıklaması olamaz.

Bu günü görebilmek içindi bayat patatesleri taze olanlardan önce yiyişim. Ama bilmezler. Şen kahkahaların gözlerini kaçırdığı caddeden geçen sarı Cadillac bana bu yazıyı yazdırıyor. Son gülen iyi gülsün diye. Siz anlatın ben dinlerim. Ben anlattığımda inanmayacaksınız çünkü.


“Kaçma.” demişti bana, yakalamıştı. İntikamımın bana dönüşünü gülümseyerek seyrettim, haketmiştim. “Kaçma.” demiştim ona. “Amerika’ya gidiyorsun ama hatıralarında seninle beraber geliyor.” Herkes seninle beraber geliyor, dünya küçük sen kaçamazsın.


Bir gün onunla tekrar karşılaştırdığımızda arabasının bagajını açıp birkaç dakika daha oyalandığında anlamıştım haklı çıktığımı. Şimdi biliyorum hep boyumdan büyük laflarım vardı sonunda beni yutan.


İki gün önce rüyamdan “Uyan.” diye sayıklayarak uyandığımda anladım uyanmam gerektiğini. Artık uyanmam gerek bu sefer sıçramadan.



H.


 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
  • White Facebook Icon
  • White Twitter Icon
  • White Instagram Icon

© 2016 by Hilal Çelik. Proudly created with Wix.com

bottom of page