top of page
Ara

C'est la vie

Yazarın fotoğrafı: Hilal ÇelikHilal Çelik

Yaklaşık yarım saattir boş boş baktığım bilgisayar ekranında açık kalan son sayfa Münih’teki üniversitenin başvuru koşullarıydı. Öyle dalmıştım ki hayallere, hayalleri boşverip Youtube’u açtım 4K Münih videosu izlemek için, daha aşağısı kesmiyor artık. Sonra bir anda sevdim bu şehri de, diğer üniversitelerin olduğu şehirleri sevdiğim gibi aynı.


"Kafam karışık." diyip yedi aydır herşeyden kaçtığım gibi yine işin içinden sıyrılmak isterdim ama bu sefer kafam hiç karışık değil. Artık uyanma vakti geldi dedim kendime, auramı saran gün ışığı* mı dersiniz buna, seviliyor olmanın verdiği özgüven mi, yoksa yaklaşan vedalarımın doğuracağı yeni merhabalara duyduğum coşkuyla karışık çekincenede kalmış utangaçlık mı dersiniz.. Bilemem. Ama bir şey var, bir umutsuzluk.. Bir B planına yöneliş gibi. Hissetmeye çalışıyorum, hep yaptığım ve takip ettiğim gibi.


Bu sefer sanırım kalbimi bırakacağım Toronto’da.. “Everybody left you, so you’re with me to leave me.. Finally, you have a chance to leave somebody.. I am your revenge.. Right? Have you ever thought like that?” İşte tam o sırada havada asılı kalan kahkaham gibi kaçırdığım gözlerim otobüsün camını süpüren yorgun ve üşengeç sileceklere takıldı. Geçmiş ve gelecek..


Yonge’daki metro durağıyla okulum arasında tamı tamına 5 dakika yürüme mesafesi var.. Her gün hayata dair herşeyi düşünüp tartmama yetecek bir süre. Aylardır hayatımı gözden geçirdiğim, her parçasını tekrar tekrar irdeleyip anlamaya çalıştığım, hatalarımla yüzleştiğim beş dakika. Son zamanlarda kendimi birkaç kere yolda yürürken kendi kendime gülümserken bulduğumu farkettim. Omuz silktim sonra, aşık mı oldum acaba diye düşündüm bir de.. Kim bilir.


Ama biliyor musunuz, buradan bakınca yani yedi ay sonrasından, geri döndüğümde yenilediğim benliğimle Türkiye’de kendime nasıl bir yer açacağım bilmiyorum. Sanki kanatlarım çıkmış gibi, eğer dönersem hareket alanım kısıtlandıkça kısıtlanacak ve kolumu bile hareket ettirmeye çalışsam bir şeyleri yıkıp devirecekmişim gibi hissediyorum bazen, büyümek gibi bir anlamda.. Yani mecazen değil gerçek anlamda.. Kıçıyla dünyaları devirmek tabiri vardır ya.. Özleyip dönen arkadaşlarım yaşadıkları hayal kırıklığından ve kültür şokundan dert yanıyorlar, korkuyorum.


Yedi ay öyle güzel geçti ki aslında.. Asla sevmezsem asla bağlanmam diye düşünmüştüm en başta. Kalbi kırılmış, terkedilmiş ve artık gücü kalmamış her insanın yaşadığı gibiydi. Artık bağıra çağıra ağlama hakkım kalmamıştı üstelik benim, artık anlatamazdım da.. Hoş, anlatmaya başlasam neresinden başlamam gerektiğini bile bilmiyordum. Mesele de buydu aslında, nereden başladığını bulmaya çalışmak. İlk parçamı nerede düşürdüğüme dair bir beyin fırtınası, sanki o ilk’i hatırlayabilirsem geri kalan parçalarımı da kolayca bulabilirmişim gibi hissediyordum. Susuyordum, dinliyordum, duruyordum..


Tim Hortons’tan aldığım acı kahveyi içerken çantamdan çıkarttığım peçeteye sarılı bagetlerden bir ısırık alıp öylece kenara bırakmıştım onları, sonra ne zaman gerçekten mutsuz olsam yaptığım gibi babamı aramıştım. Her şeyin güzel olduğunu birkaç ufak sorun haricinde herşeyin yolunda olduğunu söylemiştim ona. Dersimin başlamasına on beş dakika vardı ve akşama kadar yiyebileceğim tek şey çantamdaki Starwars krakerleriydi, “Allahım.” demiştim, “Böyle süflü bir hayat yaşayacak kız mıydım ben? Aç kaldım resmen..”


Şimdi düşününce tam karşı köşedeki pizzacının meşhur barbeque soslu pizzasının varlığından habersizdim tam o sırada -hem de içeceğiyle birlikte sadece 5 dolardı- ya da iki blok ötedeki her daim taze sushiler yapan minik büfeden.. Her şeyi geçtim, kendimi o kadar fakir sanıyordum ki Starbucks’tan pumpkinli kahve alıp kendimi şımartmak yerine Tim Hortons’un midemi yakan kahvesini içmeye zorluyordum babamı arayıp ağladığımı belli etmemeye çalışırken.


Ne günlerdi.. Bunu yazarken gülümsüyorum şu an. Kendimi ne kadar da yalnız ve kimsesiz hissetmiştim. Sonra zaman aktı, sanki uçsuz bucaksız bir sahil kenarında çıplak ayaklarımla yürüyormuşum gibi benim hayatım. Manzarası her daim güzel, sadece gece olduğunda sabah güneşin tekrar doğacağını bildiğim halde her daim karanlıktan şikayet ediyormuşum gibi.. Bazen yanıma birileri katılıyor, sormuyorum artık kim olduklarını.. Elimden tutmalarına, bir süre benimle beraber yürümelerine izin veriyorum.. Yollarımız ayrılıyor bazen, bazen tekrar yoluma çıkmalarını diliyorum. Bilmiyorum da geleceği.. Ama bir çeşit farkındalık.


Diyeceğim o ki, yanlışlıkla çok sevdim ben Toronto’yu. İki cümlemden biri, “Toronto güzel ama İstanbul daha güzel..”di birkaç ay öncesine kadar. Asla düşünmedim, asla istemedim burada kalmayı..


Sonra bir gün metrodan çıktım ve başladım okula doğru yürümeye hergünkü gibi, beş dakikam vardı. Ve yine sordum kendime o soruyu.. Bu sefer bir şey oldu. Kalbim sıkıştı, bir anda farkettim ki artık gitmek istemiyorum bu şehirden. Bu sefer terketmek istemiyorum öylece arkamı dönüp. Sonra durdum kaldırımın ortasında ve etrafıma baktım, neyi sevdiğimden emin olmak istercesine.. Kalp atışlarım hızlandı, heyecan duydum tekrar bir şehre ve bir şehir daha karıştı kanıma. Ve tekrar aşık oldum ben, itiraf ettim bunu kendime.


Sonra ne mi oldu?


İtiraftan sonrası her zaman en kolayıdır. Tekrar başladım yürümeye. Kaldırdım başımı, gökdelenlerin sarmaladığı bir metropolde ilk defa çok kalabalık hissederek beş dakikamın sonuna doğru bu sefer soru sormadan yürüdüm.


"C'est la vie.. Let's just live baby.."



H.




 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
  • White Facebook Icon
  • White Twitter Icon
  • White Instagram Icon

© 2016 by Hilal Çelik. Proudly created with Wix.com

bottom of page