top of page
Ara

“Drama Queen of Queens”

Yazarın fotoğrafı: Hilal ÇelikHilal Çelik


UYARI: Hamile, yaşlı ve birinci dereceden aile bireylerini lütfen yazı başlamadan dışarı alalım, zira bu bölüm yüksek dozda alerjik duygusallık içermektedir.





Eğer bu yazıyı layığıyla ağlamadan bitirmezsem son zamanlarda sahip olduğum müthiş lakabımın hakkını vermiyorum demektir, bir “Drama Queen of Queens” başarısı öyle kolay elde edilmiyor. Buradan hayranlarıma yol göstermem gerekirse söyleyebilirim ki, elinizde bir kupa yeşilçay başınızın sağ tarafından gelen buram buram elma sirkesi ve sarımsak kokusuyla beraber sağanak yağmurun altında sabahlığınızla iki saat oturup sırılsıklam olana kadar bu sefer gribal enfeksiyona yakalanacağınızı düşünmeyi akıl edene kadar öylece oturabilirsiniz. Tabii eğer saatlerce internetten sahip olduğunuz hastalığı araştırıp karşınıza çıkan resimlerden sonunda mideniz bulanıp kustuktan sonra.


Aslında her şey güzel saçlı kızın güzel kahverengi gözleriyle gözlerimin içine bakıp “Bu hayatta kimse kimsenin hayatına boşuna girmiyor Hilal, her şeyin bir sebebi var. Herkesin oynayacak bir rolü var başkalarının hayatlarında.” demesiyle başladı. Güneş açtı, bulutlar dağıldı, tam gözlerimi kaçıracak gibi olduğumdaysa yağmur başladı. Sonra yoruldum.


Buraya milyonlarca tane yoruldum yazabilirim. Bugün o kızı dinlerken farkettim, farkettiğim şeyleri belirli sürelerle hayatıma geçirip sonra unutup, tekrar aynı hataları yapıp aynı şeyleri tekrar öğrendiğimi... Ama bazen bazı hataları geri alamıyor insan, annemin hep dediği gibi..(Merhaba anne, yazıyı okumayı bırakmadın biliyorum.) Sonra şunu sorgularken buldum kendimi bir boşluğun içinde.. Onca şey ne için yani? Gözlerim dalıyor, kalbim kırılıyor ve çok özlüyorum annemi, babamı, bir daha annemi, bir daha babamı ve Merve’yi. Bazen de kediyi özlüyorum. Bu dramaların Bakırköy versiyonlarını özlüyorum. İnsanın asla geri getiremeyeceği zamanlar var hayatta. Bazen kendi kendimizden çalıyoruz o anları. Kendimize o kadar acımasız davranıyoruz o kadar fevrice yaşıyoruz ki hayatı. Yine ölüm demogojisi yapmayacağım korkmayın, bu sefer konu çok farklı.

3 senedir ne zaman aşırı mutlu olsam bir şekilde hep yarım kaldı. En büyük gülüşümün bile ardından korkularım çıkageldi ve ölüm soğuk bir tokat gibi vurdu yüzüme. Ve ben hep edebiyatımı en zayıf noktamdan, ölümden yaptım.


Etrafıma bakıyorum. Herkes soğuk, samimiyetsiz ve bencil. Mikrodan başlayıp makroya vursan da değişmiyor. Önce insanın bireyselliğinden başlıyor bu samimiyetsizlik. Biz kendimize samimiyetsiziz en başta. Önce kendimizi sonra insanları kandırıyoruz teker teker. Sonra toplumlar toplumlara savaş açıyor, çocuklar ölüyor bir yerlerde.. Burada kırmızı ojelerini entelektüel bir edayla havada sallayan teyzelerimiz tecavüzü ağızlarına alırken dahi hafif bir volüm düşürme ihtiyacı duyarken birileri buna mecbur bırakılıyor, insanlar insanları darp etme, yaralama, öldürme hakkını kendinde rahatlıkla görebiliyor ideolojiler için. Ve hep birlikte başımızı öbür tarafa çeviriyoruz, pozitif düşünme teknikleri diyoruz ve unicornları besliyoruz. Yersen. Gözlerimizi kaçırıyoruz, elimizi de fazla daldırmıyoruz ki manikürümüz bozulmasın. Aman bulaşmasın. Ama bir şey söyleyeyim, bütün hikaye bittiğinde asla affedilmeyeceğiz.


Bu bir yüzleşme metni oluyor sanırım. Önce kendim, sonra insanlarımla. Bazen diyorum ki, keşke ölsek hep beraber. Dünya çok kötü bir yer oldu. Okula gidiyorum her sabah sonra geri geliyorum. Hep aynı. Lise birinci sınıfta o komik çocuğa Kanada’da rastlayıp tutup kolundan kahve içmeye götürmem haricinde aynı herşey. Düşünebiliyor musunuz? Her gün.

Aynıydı yani.


Ben bütün bu durağanlıktan yakınıp geleceğim hakkında obsesifçe kararlar vermeye çalışıp araştırmalar başvurular yaparken hasta oldum. Bir gün hasta oldum yani. Bir çeşit enfeksiyon ama kimsenin ne olduğunu konusunda bir fikrinin olmadığı, ilk doktorumun yaptığı hata ve ihmalle büyümüş, ergenliğe girmiş, hatta şu günlerde mürüvvetini arayan bir enfeksiyon kendisi. Ama size bu sosyetik hastalık ismiyle uğraştırmak yerine şöyle açıklamam daha doğru olurdu. Başımın sağ tarafında Toronto belediyesi matkapla altyapı çalışmaları yapıyor şu an ve kafamda Fadime’nin düğünü var. Ben hayatım boyunca böyle bir baş ağrısı yaşamadım, yaşayanı da görmedim. Asla durmayan durmadığı gibi echo yapan bir baş ağrısıydı ki bir süre sonra keşke birazda başımın sol tarafına geçse de dengeli bir acı çeksem diye düşünürken iki gece boyunca tavanı seyredip uyuyamadım.


Ama yıkılmadım. Daha hiçbir şey başlamamıştı çünkü. Tıpkı şu an daha hiçbir şeyin başlamamış olması gibi. Hayatın bize ne getireceği, ne zaman getireceği hiç belli olmuyor derler ya, işte o hesap. Bir gün kendini aynanın karşısında tam olarak göremediğin yaranı ayna tutarak incelemeye çalışırken bulup dehşet içinde kalabiliyorsun.


Ama asıl konu bütün bunların başıma gelmiş olması değildi yine de. Özlem, çaresizlik ve yalnızlıktı. (Tek bir telefonumla bütün maddi imkanlarını önüme seren babam için bir damla gözyaşını şuraya bırakıyorum.)

Korkuydu.


Ben bu yaşıma kadar hep sorumluluklarımın farkında oldum. Her işimi kendim hallettim; kurallarımı, sınırlarımı kendim çizdim ve yapmam gereken işlerimi bir dakika bile geciktirmeden bitirdim. Ve biliyor musunuz o cliniğin bekleme salonunda oturup arkadaşımla mesajlaşırken kafamda tümör olduğuyla ilgili yaptığım şakalar ve günlerdir insanları arayıp, mesaj atıp derdimi anlatmaya çalışmam ve cevap olarakta aldığım “Aa çok üzüldüm, geçmiş olsun.”lar sayesinde artık daha iyiyim demek isterdim ama değilim.


Korktum. O clinicte otururken deli gibi korktum. Bu sefer tıbbi atık kovasıyla normal atık kovası ayrılmamış havasız serum odasından şikayet edecek, dandik bir ateşim çıktı diye salonun yastıklarını yatağımın yanına taşıyıp geceyi başımda geçiren, şu an bile “Dandik bir ateş mi? Havale geçirecektin az kalsın.” diye söylenip gözlerini deviren dikkati dağınık Merve yoktu yanımda. Ne kadar takıntılı olduğumu bildiği halde yine de ilaçlarını düzenli kullanıp kullanmadığımı bir muayene eden annem de yoktu. Ve ben o cliniğin bekleme salonunda otururken seçebileceğim başka bir ‘özel hastane’ ya da doktor da yoktu. Aslına bakarsanız, doktorun verdiği tedavinin işe yarayıp yaramadığını kontrol etmesi için ikinci bir randevum da yoktu. Kör noktada kalmıştım, hayatımın sonuna kadar beraber yaşayacağımı düşündüğüm başağrımla beraber. Günlerdir uyumamıştım, sayko bir şekilde önümde oturan kadının südyen takmayı unuttuğu göğüslerine gözlerimin kaymaması için kendimi bir şeylere odaklamaya çalışıyordum -ayıp çünkü(!)- ve bu işin içinden bu sefer nasıl sıyrılacağım diye düşünüyordum o sırada.

Evden kilometrelerce uzakta hasta olmak kumar oynamak gibiymiş. Sağlığınızın üzerine dolarlar yatırıyorsunuz ama yanlış bir hamlede ikisini de kaybediyorsunuz. Her şey yeterince kötüyken aslında en kötüyü daha görmemiş olduğunuzu farkediyorsunuz. Sonrasında sanırım hayatınızda ilk defa çok çaresiz hissediyorsunuz ve bununla nasıl başa çıkacağınızı bilemeyip hep yaptığınız gibi algılarınızı kapatıp bekliyorsunuz. Günler böyle geçti. Acılarım tam olarak dinmedi ve hala neyim olduğunu bilmiyoruz iki doktorum, ben, yürüyen bir bakteri/virüs olarak gezdiğim Toronto sokakları, tuvaletleri ve metro istasyonları.


Asıl demek istediğim şu aslında; günlük sorunlara, hayatın akışına kendimizi o kadar kaptırıyoruz ve bazen öyle saçma şeylere, öyle saçma insanlara takıyoruz ki kafamızı.. Hayatın bütün bunları bize bir paket olarak verdiğini, her şeyin birbiriyle bir bağlantısı olduğunu ve her şeyin bir manası olduğunu unutup kendimizi nankörlüğe vurduğumuzda cevap çok sert oluyor. Allah bir gün öyle bir dert veriyor ki, ters dönmüş hamam böceği gibi debelenip duruyoruz kaldırım kenarlarında. Ve o zaman ilk defa gökyüzünü görmenin şaşkın pişmanlığı içerisinde çırpınıp duruyoruz.


Daha önce “İnsan insanı nasıl böyle incitir?” demiştim, şimdi bu konu hakkında saatlerce ağlayasım var.. Biz önce kendimizi incitiyoruz, kendimize hor davranıyoruz, itip kakıyoruz. Oysa şimdi hasta yatağımdan kendime baktığımda görüyorum ki, en iyi dostumla aynı bedeni paylaşıyorum. Yani;

Kendinizi sevin.

Kendinizi koruyun.

Kendinize emek harcayın.

Bi düşünün kendinizi. Kağıt kesiği büyüklüğündeki bir yarayla bile o beğenmediğimiz hayatı bizden alabilecek bir Tanrı’nın kollarında yaşam mücadelesi veriyoruz. Biraz dikkat lazım, bu da kafa yani(!)



H.


 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
  • White Facebook Icon
  • White Twitter Icon
  • White Instagram Icon

© 2016 by Hilal Çelik. Proudly created with Wix.com

bottom of page