Ottawa dönüşü gecenin bir buçuğunda Broadview istasyonunun biraz ötesindeki TD bankasının önüne sırf interneti için bağdaş kurmuş oturmuşken sırtımdaki devasa kamp çantasıyla ne kadar homeless göründüğümü merak ediyordum ama o sırada görünmediğimi farkettim. Çünkü caddeden ne bir araba geçiyordu ne bir insan yürüyordu. Yani kaldırımda yürürken burnumu karıştırsam kendimi daha özgür hissedebilirdim belki. Derken boşluğa dalmış gözlerimin önünde 62 numara otobüs beliriverdi ve beni on beş dakika içinde eve taşıdı. Sonrası standart hikaye.

Yorucu ama enerjik bir gün geçirdim bugün. “Eğer ciddileşecek olursak, ne olursa olsun ben arkandayım her zaman, biliyorsun da hatırlatmak istedim.” dedi Merve. Sonra resepsiyona doğru ilerledim ben de omuzlarımı dikleştirip. Şimdi buradan bakınca haftasonunu üç farklı şehir gezerek harcadıktan sonra pek yakışık alan bir görüntü değildi aslına bakarsanız. Ama planlanmıştı bir hafta öncesinden. Zihnimi Toronto’da bırakacak, her şeyi unutacak, yeni sokaklar keşfedecektim. Yağmur yağdığında avuçlarımı açıp, kendi etrafımda dönüp, rimelimin akmasına aldırış etmeyecektim ve görebildiğim kadar katedral görecek, kiliseye Ave Maria dinlemeye gidecek, sonra da insanlar birbirine sarılırken onlara katılacaktım.
Nitekim böyle şeyler de oldu. Sonra rüya bitti geri döndük Toronto’ya. İşte o TD bankasının önünde otururken sol tarafımda kalan walk-in-clinic binasına baktım. Manidar.
Adımlarım hızlanıyordu, nefes nefese ve telaşla. Gitmem gereken yetişmem gereken hiçbir şey, hiç kimse olmamasına rağmen yine de vardı bir sevenim, bir sevdiğim. Ama rotam ona doğru olması gerekirken hep tam tersineydi. Ben de anlamıyordum. En iyisi dedim, bagel alayım bir tane, yanında sarımsaklı krem peyniriyle.. Eğer yeterince şanslıysam meyve salataları da tazedir.

Gözlerimi kapadım. Sana şükürler olsun. dedim; Allah’ım. Biliyor musunuz? Tam 3 yıl olmuştu Allah’a dua etmeyeli. Onunla konuşmayalı, ona sığınmayalı ve ondan yardım istemeyeli. Abimin vefatından tam 6 ay sonra bir rüya gördüm. O sırada annemle İstanbul’da Fatih’teki evimizdeydik ve Bakırköy’den Merve ve benim için ev bakıyorduk Temmuz sıcağında. Bir sabah ağlayarak ve sıçrayarak uyandım o rüyadan işte. Bütün vücudum kasılmış gözyaşlarımdan yastık ve saçlarım sırılsıklam olmuştu. Asla bitmemişti o kabus. İlk defa bir kabustan uyanamamıştım. Bazı rüyalar vardır, bilinçaltınız gözünüze sokmaktan ve sizi delik deşik edene kadar onunla uğraşmaktan haz alır. O gün bütün gün o kabusu düşünmüş, ertesi günlerde atlatmaya çalışmış, bir süre kimseye anlatamamış sonra da bir daha dua edememiştim.
Neden diye sorarsanız, bunu açıklamamın bir yolu yok. Ben de bilmiyorum çünkü. Olmadı. Allah’a ellerimi açıp dua edemedim bir daha. Şimdi bakıyorum da.. Ne kadar yorulmuşum bu süreçte. Her şeyi kendi başıma halletmeye çalışmaktan, sürekli savaşmaktan. Geçtiğimiz hafta dua ederken üzerimden yüklerin nasıl birer birer kalktığını, nasıl hafiflediğimi hissedince neden? diye sordum kendime. Neden bu kadar yükleniyorsun kendine.. Neden bu kadar ciddiye alıyorsun?
Montreal’den Ottawa’ya giderken başımı kitaptan kaldırıp western kasabalarını seyrederken o’nun söyledikleri geldi aklıma.
Değerlisin Hilal demişti. Geleceğinde hayatına kimin geleceği, kimle birlikte olacağın değil önemli olan. Önemli olan sensin. Herkesin kendi egolarını beslediği bir dünyada bu kadar verici olarak hayatta kalamazsın. Sen kendini sev, kendini önemse, kendi rüyalarının peşinden git. Önüne kimsenin çıkmasına izin verme, önüne çıkmaya kalkan olursa kenara kaydır ve yürümeye devam et, demişti.
İşte 90’la giden televizyonu olmadığı halde tuvaleti olan otobüsün penceresinden bakarken kafamın içinde birkaç çakrayı daha birbirine bağlayıp çalıştırdım. Önemli olana, kendime odaklandım sonra.
Dedim ki;
Senin canın sağolsun.
H.