top of page
Ara

Ölüm Saati

Yazarın fotoğrafı: Hilal ÇelikHilal Çelik


Boynunu büktü çok masummuş, bütün bu olanların tek sorumlusu değilmiş gibi. Sonu bekleyip kartlarımı açmıştım bütün o sessizliğin ardından. Onca yıl geçmişti aradan. Eskiden derdimi bağıra çağıra, topuklarımı yere vura vura anlatmaya çalışırken susmayı ve beklemeyi öğrenmiştim ondan. Nefret etmiyordum, sadece bir bardak suyum olsaydı ve o yanıyor olsaydı o suyu içerdim ben.



Bu yüzden gülümseyerek baktım masada kenarına kırmızı ruj bulaşmış bardağıma keyifle. Arka planda bir şarkı çalıyordu ve ben günlerce o şarkıyı dinleyip uzaklara bakacağımı da biliyordum. Ama gülümsedim yine de gözlerinin içine bakıp. Daha önce hiç bahsetmediğim bir şeyden bahsetmek istedim ona. Hiç duymadığı hiç öğrenemediği bir şeyden. Tıpkı çorbayı elleriyle değil de kaşıkla yemesi gerektiğini bilmeyen üç yaşında bir çocuk gibi. Ağzına yüzüne bulaştırmıştı da. “Sevgi.” dedim. Soru sorma bana.. Neden diye sorgulama. Bütününü yutamazsın, parçalara da ayıramazsın bu saatten sonra. Sevgiyle düşman olamazsın. Ona savaş açamazsın. Ama pişman olacaksın.

Bütün savaşlar sevgiyle verilmiş olsaydı bu dünyada, ve sevgi için.. Böyle olmazdı belki sonumuz. Kılıçlarını kuşanmış bana doğru gelirken bir gülümseme kondururdum yanağımın kenarına. Zaman dururdu. Dedim ki, ben sahip olduğum her duygu için tek tek savaştım. Onları benden alamazsın.


Size hiç cenazeden bahsetmedim sanırım. Yani abiminkinden değil kendi cenazemden. Yerin altında değilim ama üzerinde de değilim demiştim bir toprak yığınının üzerine ellerimi koyduğumda. Bir hafta geçmişti abimi toprağa verişimizin üzerinden. Ellerim titriyordu, kalbim kırılıyordu. Çok değil bir hafta önce aynı saatlerde o toprağa dokunduğumda hissettiğim kardeşimin varlığı beni de yanına çekmişti sanki. Zaman durmuş hatıralar yok olmuştu. Hayat bitmişti o gün. Gökyüzüne bakıyordum, kuşlar eskisi gibi ilgimi çekmiyordu mesela. Yolda bir yerlere yetişmeye çalışan insanlara, cenazeye beş dakikalığına uğrayıp sinemaya yetişmek için helvasını yarım bırakıp evden ayrılanlara dikkatle bakıyordum. Uzak bir gelecekte aralarında olmamayı dileyerek.


Cenazeden bir hafta sonra, bulutlu soğuk bir kış gününde kardeşimin yanına tekrar geldiğimde iki tane korkum vardı o gün. Titreyen ellerim toprakla buluştuğunda onu tekrar orada hissetmemekten korktum, bir de hissetmekten. Gözlerimi kapattım bu yüzden. Vücudumun bütün uzuvlarını iki parçaya ayırmışlardı sanki. Ertesi gün gözlerimi açtığımda artık biliyordum saatin kaç olduğunu, akşam yemeğinde ne yiyeceğimizi.. Kaç gün geçmiş olduğunu. Hangi tarihte İstanbul’a döneceğimi, hangi seçmeli dersleri seçeceğimi ve valizime neler koyacağımı biliyordum. Bilmediğim şeyse artık kim olduğumdu. Duygularım ve kişiliğim yok olmuştu. Sevgi yoktu. Öfke, nefret, acıma, merhamet, heyecan, korku.. Hiçbir şey. Hiç kimse olmuştum bir gecede.


Her birini tek tek öğrenmem gerekti sonra. Duygularımı geri alabilmek için emek harcadım. Tekrar sevebilmek, tekrar gülümseyebilmek için. En şen kahkahamı yanında attığım kardeşim ölmüştü, ve en şen kahkahamı da yanında götürmüştü sanki. En çok kardeşimi sevmiştim ve en çok kardeşime öfke duymuştum. Onsuz sevmeyi de öğrenmiştim sonra bir gün.


Sonra mı?

İnsanlar geçerdi karşınıza; üç kuruşluk duygularını, birkaç menfaat için harcadıkları bedenlerini önünüze serer ismini de sevgi koyarlardı ve barınmak zorunda kalırdınız o kirli kalplerinde sanki. Her zaman en doğruydular. Her zaman konuşacakları, anlatacakları bir hikaye, bir çok bilmişlikleri vardı. Hep bir düşünce akışı, bir iteleme, bir köşegenlik. Bazı sabahlar kitaplığın yanındaki resme “Günaydın.” diyorsanız mesela gülümseyerek, aklınızı yitirmiş olmalıydınız. Üç yıl geçmiş olmasına rağmen artık düşünülmemesi gerekiyordu kardeşiniz, unutulmuş toprağın altında çürümeye bırakılmış bir bedenden fazlası olamazdı onların gözünde. Bazen biri çıkardı karşınıza, rolü gereği gözlerini kaçırırdı siz gülümseyerek kardeşim dediğinizde. İnsanlara ağır gelirdiniz. İnsanlar taşıyamazdı sizi ve sizin taşıdıklarınızı. Oysa o kadar hafiftiniz ki.. Ama tavsiyelerin asla ardı arkası da kesilmezdi. Hayatı boyunca parmağının ucuna kıymık batmamış insanlar size aşktan bahsederdi. Kaybetmekten.. Ve ben dinlerdim oturup.

Hesabı öderken bana gülümseyen Bulgar göçmeni kadına göz kırpardım ve yürümeye başlardım ben. Bir kişiye daha öğreterek. Öyle sevilmez böyle sevilir.* Bazen bazı adamlardan daha çok adam hissedişim bu yüzden belki de. Şimdi düşünüyorum da güçlü olmak canını yakıyor insanın. Omuzlarımı dikleştirip yürürken, aldığım hazdan dudaklarım kenara kıvrılmaya can atarken içimdekileri bi susturup ağlamalıydım aslında. Hemen oradaki kaldırıma çöküp.

Herşey güzelken, herkes iyiyken sevmek kolay. Sen bir de karşı tarafı gör.


Sonra firene bastım bir anda, eylemsizlik kuvveti beni birkaç adım daha ileri taşıdı. “Bırak artık Hilal.” dedim. Yapılması gerekenler yapıldı. Artık gitmek zorundasın buradan. Sadece çek ellerini artık. Kelimelerin bitti. Bir teşekkür kaldı geriye onu da yarın verirsin. Vaden doldu ve git artık. Başımı çevirip baktığım binanın da kalbi kırıktı sanki. “Üzülme.” dedim ona da, I got the power. Benlik bir durum yok. Sen ona iyi bak yeter. Sonra ölüm saati geçti içimden, saat öğleden sonra beşi biraz geçiyordu. Ve bulutlar dağılıyordu. Ellerim boşaldı, nefesimi dizlerimden verdim ve yürüdüm. Hep yaptığım gibi, ya da olması gerektiği gibi. İkisi birden.


H.


 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
  • White Facebook Icon
  • White Twitter Icon
  • White Instagram Icon

© 2016 by Hilal Çelik. Proudly created with Wix.com

bottom of page