top of page
Ara

*Life is a drink and love’s a drug

Yazarın fotoğrafı: Hilal ÇelikHilal Çelik

“Ben kendi davranışlarımdan, kendi kararlarımdan sorumluyum.” dedi kaşlarını çatarak. “Senin ne yaptığın beni ilgilendirmiyor.” Bakışlarımı restoranın ışıklarla süslenmiş ağaçlarına çevirdim. “Belki de, o konuşmayı farklı bir şekilde yapsaydık her şey daha farklı olacaktı.” dedi adam.


Ben hayatımda hiç bu kadar vurucu bir cümle duymamıştım daha önce. Zamandan mekandan soyutlanıp tam iki sene öncesine İstanbul Üniversitesi’nin aşağısındaki o dumanaltı kafeye gidiverdim bir anda. En iyi arkadaşımla ilk ve son tartışmamızı uzaktan seyrettim. Beraber o kadar çok şey paylaşmamış gibi aramızda bir metre mesafeyle okula girişimizi, havuzlu bahçede yan yana yürüyüşümüzü.. Son olmuştu o.


Havuzlu bahçeyi her zamanki gibi yan yana geçip üst koridordaki amfiye girdiğimizde en zor zamanlarımda sırtımı dayadığım, ne yaparsam yapayım hep arkamda duran adam merdivenlerden aşağı inmiş ben de yukarı çıkmıştım.


Şimdi burada Toronto’da sevimli bir restoranda oturmuş eskilerden konuşurken aramızda oluşan birkaç saniyelik sessizlik kalbimi kırıyordu. “Her şey çok farklı olabilirdi.” dedim bende. O kadar çok şey yaşamıştım ki o olmadan. Zaman sürecinde geçen her bir günü her bir ayı onun yanımda olduğu versiyonuyla hayal ettim sonra. Bazı insanlar var hayatta ve bazı kararlar.. Kilit noktası gibi hayatını değiştirebiliyorlar.


“Eğer sana o kadar sert çıkmasaydım o mezuniyet fotoğraflarında yanımda olan sen olacaktın.” dedi. “Toronto’ya geldiğimde ilk seni arayacaktım. Ve bana ihtiyacın varken yanında olacaktım. Belki o anlattığın şeylerin hiç birini yaşamamış olacaktın. Belki sana zarar veren o insanlarla hiç tanışmamış olacaktın. Çünkü ben burada olacaktım. Kimseye ihtiyacın olmayacaktı.” dedi.

Şok içerisinde baktım ona. Bundan üç hafta önce Crocodile’ın sırasında karşılaşmıştık. Sarsak bir ivmeyle attığım çekingen adımım yüzündeki güvenli gülümsemeyle hızlanmış ve koşup sarılmıştım ona. İnsan bu kadar evinde hisseder miydi birinin yanında. Kan bağımız yoktu ama abim varmış gibi hissettiriyordu tekrar. Onunla konuşmak, onunla yolda yürümek, bazen hiçbir şey yapmadan oturmak bile terapi gibi geliyordu. Ve üç hafta önce ona öyle sarıldığımda “Allah’ım.” dedim. Hiç kaybetmemeliydik birbirimizi.

Hayat çok garip. Bir ay önce kimseye anlatamadığım anlatmadığım bazı şeyleri yaşarken saatlerce yalnız başıma sokak sokak yürüyüp sonra önüme gelen ilk otobüse binip güzergahta dört tur atıp eve geldikten sonra dizlerimin üzerine çöküp ağlamaya başlamıştım, yorucu bir Cuma günüydü.. Evde kimse yoktu. Hıçkıra hıçkıra ağladım bende. Hiç durmadan hiç korkmadan. İçimde bir yerler acıyordu. Yapayalnız ve çaresiz hissediyordum. O an ki ruh halimi açıklayabilmemin bir yolu yok. Dünya renklerini kaybetmişti artık. Kaybetmiştim sanki bir şeyleri bir daha asla geri getirememek üzere. Tutunacak bir şeyler arıyordum zihnimin içinde ıslak yüzümü yatağın başlığına dayarken. Yoruyordu artık. Beş para etmez insanların içine karışmaya, onlardan biri gibi davranmaya çalışırken, onlardan bu kadar da nefret ederken onlardan birine dönüşmüştüm sanki. Sahte, bencil, sevgisiz ve elleri kirli. Artık o aptal ifadeyle doğal bir şekilde “Gerçekten mi?” sorusu çıkmıyordu benden, artık kafam hinliklerle doluydu ve oyuna gelmemeyi, oyun çevirmeyi de öğrenmiştim.



Başımı eğdim sonra. Kendime çok yüklenmiştim yine. “Yapma.” dedim. “Biraz zamana ihtiyacın var sadece. Bu da geçecek. Az kaldı.” Ama nasıl? diye bir soru var bilir misiniz? Herkes geçti aklımdan. Sözler vermiş ve hiç birini tutmadan, hiç pişmanlık duymadan çekip gitmiş herkes. Artık önemi yoktu. O kadar inançsız o kadar kaypaktı ki her şey. Düşünün bir, biri bize bir söz verdiğinde geleceğe dair, artık bunun romantik ya da duygusal bir cümleden fazlası olmadığını düşünüyor o sözün tutulup tutulmama ihtimalini umursamıyoruz bile. Kimseye güvenmiyoruz artık. Onca arkadaşlık, onca insan geldi geçti. Neredeler şimdi? Asıl önemli olan soru da bu değildi.. Biz bu insanlara ne yapmıştık da bunu haketmiştik?


“Kimse sevmedi beni.” dedim bende, kimse geri gelmedi benim için, kimse geri getirmek istemedi.. Bilmiyorum neden. Ama yoruldum sevgiyi aramaktan. Gerçek duyguların peşinden koşmaya çalışmaktan ve sürekli tökezleyip düşmekten. Bende kendime bir kural koydum o gün.

İnsanlar çok kötü ve çok acımasız bu hayatta, ve senin paramparça olmuş ponçik bir kalbin var Hilal. Uzak dur hepsinden.


Bir şeyler daha güzel olmadı, ama daha kötü de olmadı. Herşey durdu tekrar ve ben rahat bir nefes almaya başladım. Başımı kaldırdım ve çaba harcadım kendim için. İyileşmek istedim. Sonra biri geri geldi benim için bir gün. “Özür dilerim.” dedi. Oysa o giderken bile sadece benim iyiliğimi istiyordu. Dilememeliydi. Bu kadar insan gittiğine göre yine benim suçumdu yüksek ihtimal. Ben özür diledim. “Ya Hilal.” dedi, “Sözler verdik biz birbirimize.. Tutmayacaksak neden verdik? Neden uzaklaştık birbirimizden?” hayranlıkla yüzüne baktım.


“Gerçekten mi?” diye sormak istedim ona eskisi gibi kocaman gözlerimle. “Gerçekten böyle mi düşündün?” kalbim acıdı derinlerde kabuk tutmuş bir yaradan. Kardeşimi kaybettikten bir ay sonra tanışmıştık bir okul gezisinde. Kalın çerçeveli gözlüklerim, korkunç diş tellerim ve kısa saçlarım vardı o zamanlar. Ayağımın ucuna taş değse gözümün içine bakardı. İnsan bir şeyleri gerçekten kaybettiğinde anlıyor bu hayatta. Omzunda abim için ağladığım zamanlarda beraber gözyaşı dökerdi benimle, diğerlerinin sahte tesellilerine rağmen.


Sözlerini tutmaya gelmişti yani. O an ona baktım ve içimde tekrar bir şeyler yeşermeye başladı. Dünyada iyi insanların hala olduğuna ve aslında o kadar da kötülük içinde boğulmadığımıza dair. Ona her baktığımda bunu görüyordum. Kalbi güzel, içi güzel, neşe dolu bir adam. Sevince güzel seven, asla vazgeçmeyen, incitmeyen.


Büyümüştü de artık. Eski fevriliği yoktu, uzun uzun dinliyordu yine beni dikkatle, yargılamadan. Hatalarımı dürüstçe yüzüme söyleyerek. Ve ben o kadar özlemiştim ki biriyle konuşurken bir şeyler paylaşmayı. Vay canına dedim, yeni bir şey öğrendim şu an bir daha ki sefere öyle deneyeceğim. Farkında olmadan sızdı hayatıma tekrar, suya sabuna dokunmadan. “İstanbul gibi adamsın.” dedim sonra ona. Gözlerini kapatsan havuzlu bahçedesin sanki.



Bütün bunlar olurken sekiz aydır beklediğim Coldplay konseri geldi. ‘Clocks’un melodisi Rogers’ta yükseldiğinde yerimde duramıyordum. Deha’ya selam olsun, seni de güzel sevdim çocuk. Sonra ‘Hymn For The Weekend’ çıktığında o anın da hayatımın kilit noktalarından biri olacağını farkettim. Chris’in iki tane küçük çocuğu sahneye çıkarıp hoplaya zıplaya dans edişi, balonlar, konfetiler, havai fişekler, ışıklar, CN Tower… Her şey harikaydı. Ama her şeyin bu kadar harika olması bunlardan dolayı değildi. Elli bin kişilik ağzına kadar dolu Rogers’da o akşam o konsere katılmış herkesin hissettiğine emin olduğum bir duygu var. Hüzünle karışık mutluluk. Sahnede şarkısını söyleyen adama baktığımda gözlerim doluyordu. “Ne güzel bir adamsın sen.” dedim. Ne kadar güzelsiniz, ne kadar ışıl ışıl. İçimde bir şeyler daha yeşerdi sonra.


‘Something Just Like This’i hareketsizce seyrettim. Her yer ışıl ışıl, herkes musmutluydu. Güldüm kendi kendime. “Bazı şeyler var geri alamayacağın, bazı şeyler var onaramayacağın, bazı kişiler var asla affetmeyeceğin, bazı yaralar var asla kapanmayacak, bazı hatıralar var durduğu yerde kanamaya devam eden.. Biliyorum. Ama yapma artık.” dedim kendime. “Şu güzelliğe bir bak. Kaç kişi böyle bir tecrübeye sahip olma şansını elde ediyor? Kaç kişi yaşadığın onca tecrübeden aldığın yeni bakış açılarına sahip bu hayatta? Sahip olduklarına bak…” Kanada’da geçirdiğim bir sene gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Her bir gün tek tek. Ne çok yol almıştım ve ne çok değişmiştim bu sürede..


“Sen yine seveceksin kızım.” dedim kendime, kimi olursa, neyi olursa. “Sen yine şefkat duyacaksın yaşamın doğal sınırlarına, şeker tanelerine şiirler yazacak, kaldırımlardan hoplaya zıplaya inecek, dünyanın en kötü sesi olduğunu bildiğin sesinle en yüksekte şarkılar söyleyeceksin. Dans edeceksin kalbini özgür bırakırcasına. Ellerini açıp gökyüzüne bakacak, kahkahalarını savuracaksın gecenin bir yarısı.”

Sonra şarkı bitti, ve Chris sahneyi terk etmeden önce şöyle dedi,

NEVER GİVE UP.


“Ama bence istemezdin öyle olmasını.” dedi adam* sonra. “Eğer bütün bunları hiç yaşamamış olsaydın, şimdi bu olduğun kişi olmayacaktın.”

“Haklısın.” dedim. “Her ne kadar acıtsa da, hatalarımı seviyorum ben, pişmanlıklarımı seviyorum.”


H.


 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
  • White Facebook Icon
  • White Twitter Icon
  • White Instagram Icon

© 2016 by Hilal Çelik. Proudly created with Wix.com

bottom of page