
Sabahın dokuzunda uyanıp zihnime üşüşen bir sürü düşünceyi kovalayıp tekrar uyumaya çalışırken ayaklarım geldi bir de aklıma. Üşüyorlardı. Dünyada hepimize yetecek kadar adalet var mıydı? Yoksa neden bu kadar merak içerisinde kalmıştım. Akşam eve gelirken histerik bir şekilde özür diliyordum kendimden, “Ne yaptın sen Hilal.” dedim kendime. Artık geri dönüş yoktu. Tetiği çekmiştim bir nevi. Ne düşünüyordun bunu yaparken, ne olmasını bekliyordun? Öte yandan, omuzlarımı dikleştirip yüz ifademi sabitlerken “Herkes bedel öder.” diyorum, sadece iyi olanlar ve iyi kalmaya çalışanlar değil.
Her gidişim her terkedişim biraz daha büyük bir efsaneye imza atıyor sanki. Hep daha fazlası duyguların, insanların ve olayların kattıkları, getirdikleri ve götürdükleri… Hep en büyük sevgiler, en büyük fedakarlıklar, en yüksek çığlık, en şiddetli yumruk bir cafenin tuvaletinde. En büyük kahkahaydı da bizi bu güne getiren. Bu hikayenin böyle bitmemesi için elimden geleni yaptım.

Şimdi bu hikaye burada böyle biterken dün akşam avuçlarında hayalleri, dünyası etrafında dönen çocuklara gülümsüyordum. Daha fazla hayal kurmalı, daha fazla inanmalıyız kendimize. Zayıflıklarını ortadan kaldırdığında hiçbir rüzgarda savrulmuyor, daha da kök salıyorsun kişiliğine ve sanıyorsun ki dibe batıyorsun. Büyümek dedikleri olsa gerek..
Ve yine de diyeceğim ki, çok güzeldi bir sene Kanada’da. Yanlış zamanda doğru yerde olmaktı benim için. Geçen sene bu zamanlarda Ankara tren garında Merve’den ayrılırken, hıçkırarak ağlarken göremiyordum bir gün bugününde geleceğini.
“What did you learn?”
“Something…”
“Nothing…”
H.