
Bazen çantanın en dibinden çıkan dandik bir öğrenci belgesi seni iki ay öncesine götürebilir. Parmaklarını sınıfının üç defa değiştirildiğini belirten tükenmez kalem izlerinin üzerinde dolaştırıp o üç andan herhangi birine dönmüş gibi hissedebilirsin. Resepsiyon masanın önünde işleminin gerçekleşmesi için Deborah’nın 5 dakika gecikmiş öğle yemeğine dik dik bakarken bulabilirsin kendini. Sonra çekmeceleri yere saçılmış odana geri dönersin ve nefesini verirsin dışarı.
Gidiyorsundur. Karşına çıkan bütün tanıdık yüzlere “I'm fucking leaving.” deme isteğiyle yanıp tutuşuyorsundur. Bir haftadır Shameless izleyip valiz topluyorum. Bir hafta dediğimde herkes abarttığımı düşünüyor ama hesaba katmadıkları şey şu ki, bir yıl oldu. Bir yıldır Toronto’da yaşıyorum. Bu satırları yazdığım odada dokunmadığım, bir yerlerine kağıtlar asıp sonra kaldırmadığım tek bir nokta bile kalmadı..
Birkaç çekmeceyi daha boşalttıktan sonra yatağımın ucunda bağdaş kurup otururken buldum kendimi. Tam oturduğum yerde bir saat yastığımı yumruklamıştım o*nun suratı yerine. Önce çorap sonra oje çekmecesi yaptığım çekmeceye baktım. Artık boştu. Tshirtlerimin yarısından çoğunu attığım çöp poşeti anılarımı temsil ediyor gibiydi ve ben haksızlık yaptığımı söyleyen iç sesimi susturdum, o çöp poşetinin içinde olması gerekirken valizimde yerini alan iki tshirt vardı mesela. Ve tabii ben… O çöp poşetinin içinde değildim ama dışında da değildim sanki.

Akşamları yürüyüşe çıktığımda mutlaka gökyüzünden geçen bir uçağa dikiyorum gözlerimi. Ne tarafa gittiğinin bir önemi yok, üç gün sonra o uçaklardan birinin içinde olacağım için mutluyum. Merve’ye, evime kavuşacağım için mutluyum. Sanırım bu yüzden giderken değil de vardığımda ağlayacağım ilk defa.
Sertifikalarımı alıp okuldan çıktığımda aylak aylak etrafıma bakınmış olmamda bu yüzdendi sanırım. “Peki şimdi ne olacak?” diye sorarsın ya bir anda kendine. Kalbin ritim atlar ve ilk defa bilmiyorsundur. İşin garip tarafı umursamıyorsundur da. Orada öyle dikilmiş etrafıma bakarken bisiklet kilitlerini kontrol ettim, alışkanlık*. Ne bir tanıdık yüz vardı, ne yüksek sesle bir şeyler hakkında havaya şikayetler savuran Frank tipli homelesslardan biri... Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu ve vedalaştığım sınıfım bana bütün ıssızlığıyla surat yapıyordu. Çok konuşan çocuk beni okula son gelişimde bile yakalıyor ve yine çok konuşuyordu. Timothy’sdeki kasiyer kadın dünyanın en tatlı insanı olmalıydı ve ben bütün zıtlıklara rağmen yine susamlı bagel alıyordum kendime, bu sefer son kez.

“Ee, sonra?”, yeni bir şey daha öğrendim, bir yaşıma daha girdim. İki yıl önce karıncalı bir gecede Merve’yle oturup oyunun kuralları neyi söylerse söylesin her zaman iyi olanı seçeceğimize dair söz vermiştik birbirimize, birbirimizi korumamız gereken durumlar hariçti. “Şimdi?” diye sorduğumda cevabı farklı oluyordu belli ki. Bir yıl geçti.. Eskiden önce Merve’yi sonra kendimi düşünürdüm. Çünkü önce beni sonra kendini düşünen bir Merve vardı. Bir yıl geçti..
Şimdi feleğin çemberinden geçmiş, hayatımın bir sayfasını daha çevirirken “Halledeceksin.” diyorum kendime. Her şey sesli söylemekle ilgili oldu hep.
H.