
“Kendimi arıyorken olmaktan korktuğum yerdeyim, ama sende değilim.” Bir saniye, bu şarkının sözleri böyle değildi sanki ya da bilemiyorum bunun gibi bir şeylerdi. Kulağım aylar öncesinden her şeyi unutup temiz bir başlangıç yapma amacıyla listeme eklenmiş bir Shameless müziğinde. Tavan paslı bir ayna gibi siluetimi bana gösterirken derinden bir yerden de ‘Nasıl bir uykunun içindesin de uyanamıyorsun.’ diye bağırıp duruyor sanki. Ama bütün bunları anlayabilmeniz için hikayeyi biraz başa sarmam gerekiyor sanırım.
Gerçeklerin tokat gibi yüzüme vuruşu bir gün önce gittiğim tiyatro sahnesinde gerçekleşti. Sahnede başarıyla sergilenen komedyayı kahkaha atarak seyrederken sahnenin yan tarafına tırmanmış üzerine hayli bol gelen siyah kapşonlu bir sweet giyen kır sakallı adamı görmemle gülüşüm dondu, gözlerim matlaştı ve oturduğum koltuğa çakılabileceğim kadar çakıldım. Sonraki beş dakikada bu şekilde geçti şüphesiz. Ayyaş bir hırsızı canlandıran adam sahneye girdiği andan itibaren başka hiçbir şeye bakamadığımdan gözlerim yaşarmaya başlamıştı üstelik. Bilirsiniz bu uzun süre gözlerinizi açık tutmanızla ilgilidir.
Ama işte tam olarak bunu da anlayabilmeniz için iyice geriye gitmem gerekiyor bu hikayede, iyisi mi 5 sene kadar falan. Ama ben böyle yapmayacağım. Anlatmak istediğim şeyler hikayeden çok farklı aslında, insan yaşadıklarını anlatmak yerine yaşamadıklarını anlatmalı belki de. Yazmak zaman içerisinde bir kortej açmaksa eğer her şeyi tekrar yaşamak olmamalı bu.

Nitekim hatırlamıyorum da olan biteni tam olarak aslında. En son baktığımda ince ince yağan karın altında bacaklarım çapraz önümde sarkarken müstakil evimin bahçesini seyrediyor ve kendimi içeri sokup bodrum kattaki odama ilerlemek için kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Ya da bilemedim, Halloween gecesi Sharon’un sıkı sıkı tembihlemiş olmasına rağmen o tramvaydan yanlış durakta inip gecenin bir yarısı zar zor son metroyla eve döndüğüm gecedeydim sanırım, eve gelip aynada badanalı suratıma bakıp kocaman dolu dolu bir kahkaha atmıştım neşeyle. –Şu hayatta en keyif aldığım şeylerden biri akşam eve geldiğimde suratıma bir avuç dolusu su vurup aynada akan makyajımı seyrederken kötü kötü sırıtmak sanırım.- Zayıf bedenimin ve benliğimin gelip gelebileceği en uç noktada buydu belki.
Sonra ucuz bir şehirde ucuz bir kafeteryada hayatının nasıl elden gittiğini seyrederken ince belli bardağı hafifçe yana kaydırıyorken buldum kendimi. Ve yine yanlış mekan. Bazen rüyadayken rüya gördüğünüzü anlarsınız ya bir anda. Ve uyan uyan uyan diye konuşursunuz kendinizle. İçimdeki ses artık o kadar yüksek sesle bağırıyor ki “Uyan!” diye, başka kimseyi duyamıyorum. Eğer yeterince doğru adımlar atabilecek gücüm olsaydı bu bir yardım çığlığı olabilirdi belki ama o şekilde anlaşılmayacağını tecrübeyle biliyorum.

Anlatmak istediğim yüzlerce hikaye vardı aslında. Üzerine yürüdüğüm onca acı onca yüz. İnsan nasıl bu kadar güçlü ve aynı anda bu kadar korkak olabilir aklım almıyor. Aynı zamanda matruşka da olan bir hacı yatmaz gibi sağa sola yata kalka kendi etrafımda dönüp duruyorum sanki ve her çıkardığım kılıfım da yine ben. Ama hep daha küçülüyor ve daha da sertleşiyor sanki. Annem en başından beri o kadar haklıydı ki aslında. O lanet olası çenemi kaldırıp “Hayır ben haklıyım.” dediğim o günlerden birinde peşinden gitmeli(Mİ)ydim(?)
Ve bazen derin bir nefes alarak düşünüyorum belki de hiç gitmemeliydim bu kadar uzağa, bu kadar da keşfetmemeliydim hayatı, dünyayı. Gözünün ferinde acı gördüğüm her insanın birbirini nasıl koklayarak tanıdığını bilmeseydim belki anlam veremezdim nasıl birbirimize çarpa çarpa itişe kakışa yine birbirimizden en uzağa kaçma çabamızı. Körlük değildi bu, bir başkaydı kederi.
Peki şimdi ne olacak?
Ve sürpriz, bilmiyorum. Artık bu soru ve bu sorunun cevabı kötü bir şaka gibi yüzümü ekşitiyor. Kollarım kaşınıyor, geriniyor ve yapmacık bir kırıtışla sırıtıyorum.
Toronto’da o okulun kapısının önünde sağanak yağmurun altında öyle buruk, şimdi nereye gideceğimi bilemezkenden beri böyle hissediyorum ben. İlk o zaman bu kadar hiçbir yere ait değilmişim gibi hissetmiştim sanırım. Ya da aslında o sırada dikildiğim yere bile ait olduğum kişiden daha fazla ait olduğumu hissetmiştim. Toronto’nun delisi çoktur ya hani, insan şaşırmıyor. Beyaz bir yalnızlıktı düştüğüm ve şimdi düşününce aklım almıyor bazen. Ama dürüst olmam gerekirse travmalardan oluşan varlığım kendine yeni bir travma daha bulmuş olacak, geldiğim nokta beyaz yalnızlıktan sisli bir boşluğa dönüştü. Ne ilerleme ama.. Beklentiye de girmemiştim ama yine de yaraladı. Hep aradığım durduğum derinlerimde varolan kimliğimken geldiğim noktada çok uzaklaşmıştım. Şimdi kendime bakıyorum da, artık kimliğini aramayı yolun yarısında bırakıp geldiği yolu geri yürümeye çalışırken kaybolmuşluktu, pirince giderken evdeki bulgurdan olmak mıydı.. Bu ne lahana bu ne turş.. Neyse.
Sanırım depresyon belki.

Şöyle başımı bir çevirip son dört ayıma bir bakayım diyorum, çöpe atılmış saman kağıtları gibi. Eskiden annem ziyan olmasın diye ben ders çalışırken beyaz A4 kağıtları saklar bana da saman kağıtlar verirdi müsvedde diye kullanmam için. Ve ben de bir türlü odaklanıp da not çıkaramazdım o kağıtlara. Saman kağıdı dediğimiz romantiktir, dandiktir. Stabilo kalemle yazarsınız mürekkep dağılır kendinizi kağıda minik benekler bırakıp mürekkebin kağıtta yavaşça dağılmasını seyrederken buluverirsiniz, 0.5 uçlu kalem kullanmak istersiniz kalem saplanır hatta bazen yırtar kağıdı ve siz yine kağıdın üzerinde yukarıdan aşağı bıçak kesikleri açarken saçaklanan kağıttan çeşitli işlevsel şekiller çıkarma çabasına girersiniz, böyle pislik bir kağıttır yani. Yırtmaya kalktığınızda bile böyle havaya puf diye tozlar atar da öyle ayrılır ortadan. İşin sonunda ellerinizi kirli hissettirir ve yıkama ihtiyacı duyarsınız. En kötüsü de asla bitmez o saman kağıt stoğu nedense.
A4 kağıdı iyidir ama. Her yeni sayfa tertemiz bir başlangıçtır, sonuçta katettiğim onca yoldan sonra öğrendiğim tek gerçekte ruhumun burjuvalığı oldu.
Neyse.
H.