“Ama öyle değil.” diyorsun istemsizce.. Sonra nefes borundan gırtlağına kadar yürüyüp gelmiş kelimeleri zayıf bir iniltiyle dışarı veriyorsun. Seyretmek zorunda kalmak, her sabah bir doz vitamin takviyesi gibi boğazına dayanıyor sanki. “Sen hep benim en yakınımdın, hep en iyi anlayandın kelimelerimi..” diye sarsmak istiyorsun onu. Belki bir gün tekrar uyanır umuduyla. Oysa ne günler gelip geçti hayatlarımızdan. Geçmişe dönüp bakıyorum da, anlatılmaya değer bir hikayeydi bizimki. Bazı kitaplar vardır, daha yarısına gelmeden ağlamaktan nefes alamaz hale geldikten sonra mola verip bir dolaşmaya çıkar sonra psikolojime verdiği zararın yeterince farkında olup okumaya devam ederim.
O kadar uzun zaman oldu ki başımı kaldırıp umursamadığım. Artık hayata karşı duyarlılığım karınca yuvalarını bozmamak için sürekli yere bakarak yürümemden ibaret. Çünkü karıncalara insanlardan daha çok değer veriyorum artık. Evime davetsiz girip tek sıra düzenini bozmadan ve kimseye zarar vermeden çıkıp giden tek varlıktı onlar, üstelik belki biz onların yüzyıllardır yürüdüğü yola ev yapmıştık ve onlar bize hiç kızmıyorlardı.

Eskiden olduğu gibi burada sayfalarca yazılar yazmak isterdim mesela. Ve mesela arada gidip gelip altına kendi imzamı attığım dramaları tekrar tekrar okuyup hayretler içerisinde kalıyorum bazen. Her sabah yumurtamın yanında bir adet avakado, bir avuç minnak domates, iki çeşit peynir yerken ve yanında şekersiz yeşil çayımı yudumlarken bundan bir sene öncesinde yaşadıklarım çok uzaklardan fısıldıyor kulağıma, güzel yol katettin diye bir melodi tutturuyor geçmiş.
Ne çabuk unutuyoruz oysa. Travish ve Nassy’nin iki günde bir mutlaka odamın kapısının önüne bıraktığı o boklu bodrum katında esneyerek kollarımı kaldırdığımda tavana avuçlarımla değebiliyordum ve yine de ısrarla haftada iki kere yoga yapmayı asla ihmal etmiyordum mesela. Geberesiye kadar rüzgara karşı bisiklet sürmemin tek sebebi 59 kilodan düşmek de değildi.
Hayat biz ondan beklentiye girdiğimizde bize hep daha fazlasını veriyordu ve ben şımarık bir çocuk gibi hep en olmadık şeylerin peşinden koşup işsiz bir velet gibi çelimsiz bir çöp parçasıyla kaldırım kenarını eşelermişçesine eşeleyip duruyordum zayıf noktalarımı. O kadar acımıştı ki canım bir yerlerde, bir gün gerçekten hayatta olduğumu hissedebilmek için kendi canımı önce kendim yakmam gerektiğine inanmıştım. Artık sevgi yoktu içimde. Geçen sene bu zamanlarda yazdığım yazılara baktığımda gördüğüm tek gerçek bu. Bir yıl önceki o kıza baktığımda gözlerimi kaçırıyorum ve bir ah çekiyorum derinden. Biraz aklım olsaydı bu yazıyı geçmiş yerine geleceğe yazıyor olurdum belki ama kendimi hiçbir zaman alamadım geldiğim bugüne şükretmekten.

Bir yatağın başucunda ayakkabılarımı ayağıma geçirirken; Hiç bekleme dönemem, dönemem belki de.. diyordu şarkı ve ben o güne ait kalmış son hatırayı tam bir yıl sonra çöpe atabilme cesaretini gösterebiliyordum. Sevgi en büyük yara ve en mucizevi ilaçtı. Kaç ayrılık akşamı geçti, kaç gece pervasızca sokağa attım kendimi pijamalarımla ben bile saymadım. Yoga hiçbir şeyi iyileştirmedi, kötüleştirmedi de.. Zamandan bağımsızdı bazı şeyler.
Ve olmadı. Sonra bir gün bir yerde bıraktım kendimi kovalamayı çünkü artık gerçekten çakılıp kalmışçasına duruyordum olduğum yerde, sürükleniyor olmanın verdiği müthiş teslimiyetle. Böyle durumlarda yolculuğunuza bir şarkı eşlik eder; yüzsüzdür, alkoliktir ve çoğunlukla acımasızca dobradır. Gözlerinizi kaçırırsınız suçluluk duygusunun kokusunu ciğerlerinize doldururken ve bilmem kaç yüzüncü defa bırakmaya karar verirsiniz bu illeti.
İmkansızsa imkansızdı ama nefes alıyorduk ya hala. Zaman geçiyor, iyileşmeye yüz tutuyordu bütün yaralar.
H.