İş çıkışı plazanın önünde yere bağdaş kurarak oturmuş bir şeyler içerken uzun zaman sonra ilk defa birkaç nefes sigarayı bu kadar özlediğimi farkettim. Gözlerim dolu doluydu ki, bu şekilde Ersel’e yakalandım. Ben olsaydım “Kim ağlattı kızım seni?” diye sorardım, o öyle yapmadı. Bazı insanların iyi bir yüreği olduğuna artık o kadar da kolay inanmıyor olmam onları bir bakışta tanıyor olmam gerçeğini değiştirmiyor neyse ki.

Gidecek bir evim bile yoktu, omzumu yaslayıp gözlerimi kapattığımda bütün dertlerimi unuttuğum bir sevgilim ya da tüm düşüşlerimde yanımda olması gereken bir kardeşim, ailem, arkadaşım… hiçbir şeyim yoktu. Saat geç olmuştu ve o saate kadar da çalışmıştım üstelik. Sırf daha uzun sürsün ve işten başımı kaldıramıyormuşum gibi olsun diye. Belki müdürüm bey gibi stresten dökülmüyordu saçlarım ama yüzümü döküyordum ben de akşama doğru. Sonra işte bir de bank köşesinde tinerci gibi otururken Ersel’e yakalanıyordum, vakit dolduruyordum sağı solu eşelerken bir de. Olsundu. Gitmesi gerektiğini biliyordum, birilerinin onu Kadıköy’de beklediğini ve sorunlarını unutacak kadar içmeye ihtiyacı olduğunu da biliyordum.
Hayat garip, insanlar çok zor. Herkes çok konuşuyor ve asla dinlemiyor sanki. Cümlelerimiz o kadar yarım kalıyor ki, artık kendimizi ifade etmek için kurduğumuz cümleler bile manasız, anlamsız kalıyor. Sohbetler sığ. Çünkü insanların artık duymak istediği süslü cümleler bile anlamını yitirmiş. Öylece havaya savurduğumuz anlık düşünce geçişleri sanki. Zaten sorduğumuz soruların cevaplarını bile dinlemiyor gibiyiz. Entelektüelliğe dair bir kırıntı, en ufak bir derinlik bulamıyoruz. Buram buram kokuyor samimiyetsizlik. Ve ben susmak istedim, ama içimden.. En çok konuşan yanımı susturmam gerektiğine karar verdim yani. Başarabilsem mükemmel ama taşıyamıyorum sanki artık kendimi. Bütün bu olanlardan ve olmayanlardan şikayet ederken allah belamı vermiş gibi Platon’un Devlet’inden benzetmeler yapmaya başladı Ersel. Burnumu çektim soğukta, sonra ağlama isteğim içime kaçtı. Sonra baktı ve güldü bana "Sen Iphone 18 istiyorsun Hilaltoş." dedi. Kahkahamı yutamadım bu sefer.
Plazanın önünde işten çıkıp metroya doğru ilerleyen insanları seyredip metroya dünyada gitmek istediğim son yer bile değilmiş gibi bakarken farkettiğim şeyleri söylemek isterdim ama her şeyi çok uzun zaman önce farketmiştim zaten. Ve bu sefer ağladığım konu da buydu aslında. Her şeyin normalleşiyor oluşu. Ama her şeyin.

Çiçeklerden, böceklerden bahsetmek istedim aslında bugün de. Ama çiçeklerim yok, dünya siyah beyaz bir yer-böyle bakınca bütün arabalar beyaz, evet-ve artık kimse yeterince komik değil. Ben melankolik bir insan değilim, sadece biliyordum her şey bittiğinde dönüşeceğim insanı. Bedelini bir bakışta tanımıştım ve korkmuştum da yalan yok. Şimdi karar veremiyorum işte, öyle kimsesiz öyle hiç bir yersiz bir insana dönüşmek miydi doğru olan, yoksa vaadedilen ikinci el bir mutluluğu sahiplenmem ve inanmadığım gülüşlerimde kendi kendimi boğazlamam mıydı doğru olan? Belki bambaşka bir çıkış yolu vardı hayatımın da ben hala keşfedememiştim.
Ya da dört duvar arası bir vicdan arafının ortasında kenarlara olan uzaklığımı hesaplamaya çalışmaktan bir türlü anlayamıyordum hangi tarafta durduğumu. Zaten artık her şey için çok geçti.
Yani, neyse işte.
H.