Sonu yok bu kısır döngünün resmen. İstanbul’un bile tam hissedemediği içimdeki bu soğukluk-günlerimin yarısı kadar süreler zarfında yollarda bütünleşen düşüncelerim-müşterilerin asla bitmeyen istekleri-bir türlü oturtamadığım beklentilerim..

Bir gün Beşiktaş vapur iskelesinde avucumda tuttuğum bir kalbi daha savurarak denize fırlatıyorum. “Bir saniye..” diyor vurgularcasına parmağını havaya dikte ederek.. “Kimse beni denize fırlatamaz.” Gülüyorum gözlerimi devirerek. Başka bir gün çekmeceleri karıştırır gibi arıyorum onu.. “Bir saniye..” diyor ciddiyetini ve umursamazlığını koruyarak. “Kimsenin düşmanı değilim sonuçta.” Muhakkak..
Bu hayata tekerlek olarak gelmeliydim belki de.. Bir tekerlek kadar taşıyorum insanları sırtımda, ve acılarını batırıyorum kendime sahipsiz çiviler gibi. Dönüp duruyorum sürekli farklı yollarda, üstelik kışları kenara atılıp yazları geri takılıyorum. Sürekli bir deadline var mutluluğumdan önce. Ege’ye kavuşsam-işe girsem-İstanbul’a taşınsam-eve çıksam.. Ne bileyim, sonrasında yeni koltuk takımı alsam, koca bulsam ama yine de evlenmesem falan diye ilerleyecek sanırım. Zaten yarısı da yarım yamalak gerçekleşiyordu. Ülkecek felakete sürüklendiğimiz şu dönemde ne zaman helak olacağımı merak ediyorum.
Her yeni güne söylenerek yataktan kalkıp, yeni güne hazırlanma telaşsızlığının hangi kısmında uyandığımı farkedemeden kendimi Kadıköy dolmuşunun ön koltuğunda ıslak caddeleri ve mutsuz insanları seyrederken buluyorum kendimi. Spotifydan en çok dinlenen şarkıları kurcalarken nedense hep tribal olanlara gidiyor kulağım. Mutsuz değilim ama bir şey de eksik sanki. Yoksa yine çoktan ortalığı ayağa kaldırmıştım.
Daha çok aklıma bir şey takılmış ya da bir şey yapmayı unutmuşum gibi bir his. Çok önemli bir mesele vardı da ben atladım sanki. Sonra da neyse diyorum, o kadar önemli olsaydı unutmazdım nasılsa. Unutmam ben zaten hiçbir şeyi.
İşte sonra şu karikatürist çocuğa da veda ettim. Onunla günde sadece iki defa doğruyu gösteren bozuk saatler gibiydik. İkimizin de aşması gereken meseleler, kapatması gereken defterler ve ilerlemesi gereken yollar varken işi gücü bırakıp yollarımızı kesiştirip duruyorduk sanki. Arkadaş olacaktık sözde.. Olacaktık olmasına ama geçenlerde Beşiktaş’ta bir kafede oturmuş onu dinlerken, çocuksu kırgınlıklarına nasıl savaşlar açtığını heyecanla anlatırken farkettim onu sevmeye başladığımı. “Sonuçta.” dedi ışıltılı gözlerini gözlerime dikip, “Umudumuzu kimse bizden alamaz.” Sigaramdan aldığım nefesi yavaşça bıraktım ve gülümsedim. “Sonuçta…” dedim içimden. “Ben boku yedim.”

Sonra bütün sorular cevaplarını bulmuş ve artık onu dinlememe gerek kalmamış gibi kafamın arkasında dönen düşüncelerde kaybolurken onun kuytu köşelerden yargılanmaktan ve örselenmekten korkmadan çıkarttığı düşüncelerini aktarış biçimini seyrediyordum. Gözleri öyle güzel parlıyordu ki anlatırken... Düşüncelerimin yaydığı pembe kokuyu almışçasına boş yapıyordu aslında. En çok bu huyunu seviyordum onun. Konu istediği yere gitmeyecek gibi olduğunda nefes almadan bir şeyler anlatma çabasını... Sonra lafın ortasına öylece daldığımda suratında rahatsız bir ifade olurdu dinlemek zorunda kaldığı için.
“Bence sen de böyle yapma.” demişti bana. Bendeki pesimistlikle ondaki optimistliği savaştırıyorduk sanki. “Bu girdiğin mağdur psikolojisinden başka bir şey değil. Herkes yaptıklarının farkına varmalı. Yok öyle birilerinin üzerinden geçip sonra hayatlarına devam etmek..” bana altı yedi yıl önceki beni hatırlatıyordu. Yoktu tabi öyle yağma..
Kaçmam gereken zamanı ve mekanı hep çok iyi tanımışımdır. Zaten kalırsam ve seversem ona sıkacağımı düşünüyor ve bundan korkuyordu. Sıkmayacaktım, sevecektim ve o ikisini aynı şey sanıyordu. Benimse hikayenin sonunda artık kendime sıkacağımdan şüphem kalmamıştı. Bıraktım dağınık kalsın orada; Beşiktaş vapur iskelesinde, akşam 10 sularında, zifir gibi soğukta.
Sonra Taygun dalga geçti benimle. “Baktın irtifa kaybediyorsun acil durumlarda lütfen camı kırınız taktiğini uyguladın değil mi?, aferim.” dedi gülerek. Evetti!
Sonra bütün gece yarı uyur yarı uyanık şekilde sayıklayıp durdum kendi kendime. “Güzel gülen gözleri artık başkasına bakıyor. Başkasına dokunuyor köfte parmakları. Artık başkasına ait. Artık başkasına ait. Artık başkasına ait. Artık başkasına ait. Gözleri başkasına gülüyor. Gözleri başkasına gülüyor. Artık başkasına ait…” sabah uyandığımda kendimi kötü hissedeceğimi düşünüyordum ama öyle olmadı.

Uzun uzun üzerine düşünmedim ilk defa. Düşünülecek ne kalmıştı ki zaten. Körolası kini ve öfkesi bitmiyordu da. Pasif varlığıydı bana duyduğu öfke sanki. Soğuk soğuk bir adım arkasından gelen görünmez bir öfke. Birbirimizi yıllardan beridir tanıyorduk, bu yüzden gülesim geliyordu bu duruma. Duygularını kapatmıştı sanki, o öfkeyi hissetmemek için. Ömrüm; ne demek istediğimi, beni anlamasını beklediğim yıllarda sessizce susuşlarımla geçmişti. Bir kaç adım ardından yürüyüp duruyordum pıtı pıtı. Görmüyordu, farkına varamıyordu. Ve bu sefer izini kaybettiriyordu sanki, daha hızlı koşuyordu, daha kızgın gidiyordu. Eh, neyse ki hiç dinlemeyi denememişti. Yoksa biliyorum yalan söylüyordu.. Bu yüzden gülümseyip durdum bütün gün.. Mutlu olduğumdan falan değil, kısır döngümde sonun başlangıcının geldiğini bildiğimden…
Onu unutmak için yemediğim bok kalmamıştı ama bu bilgiyle ne yapacağımı bilemedim yine de. Tanımlayamadım da hissettiğim şeyi. Bildiğim tek şey başkasına ait olan birini sevemeyeceğim ve ona ait olamayacağımdı. Bu bizim meselemizdi, her ne kadar onun için bitmiş olsa da ikimizin arasında bir meseleydi.. İlk defa artık ikimizin meselesi olmaktan çıktı sanırım. Artık o ve kız arkadaşının meselesi... Ben yokum. Boşlukta kayboldum yani.
Bir şeyler yoluna girecek sanırım gerçekten. Sonuçta, umudumuzu kimse elimizden alamaz. Ben buna inanmıyorum çünkü artık bir umudum bile yok. Geceleri başımı yastığa koyduğumda kurduğum bir hayalim de yok. Acı çekmiyorum, ağlayıp zırlamıyorum artık. Hayatta kalıyorum. Ama bazen benim de yanıyor canım. Sonra köşeme çekilip temizliyor, iyileştiriyorum yaralarımı. Ve dokunmayın diyorum. En azından dokunmayın artık bana. Ölü olamıyorum ama çok güzel ölü taklidi yapabiliyorum. Ben de dokunmuyorum kimseye bu yüzden. Bıraktım dağınık kalsın.
Ben vazgeçtim ama birileri artık şu insanlara karşılıksız sevginin nasıl bir şey olduğunu öğretsin. Karşılık beklemeden, hiç vazgeçmeden ve her durumda ve koşulda sevmeyi. Her haliyle, her halinle sevmeyi. Sevgi emek falan değildi. Sevgi, sevgiydi; emekte emek... Salalım artık. Bu kadar zorlamaya gerek yok kendimizi. Herkes kendi kararlarından, yaralarından ve duygularından sorumlu.
H.