İnsan yanlış yerde durduğunu nasıl anlar? Son zamanlarda kendime yalan söyleme huyum olduğunu ilk Taygun yüzüme vurmuştu. Sonra da sanırım benden adam olmayacağını düşünmüş olacak ki, birkaç adım uzaklaştığını hissettim. Ama ne demek istediğini anlamayı bırak kulak bile kabartmamıştım esasen. Çünkü insanın kendine yalan söylemesi böyle bir şeydir.

Sonra dün Merve şöyle dedi, “Onu unutmak için geçirmen gereken süreyi siz ayrılırken sana teklif ettiği o iğrenç şeyi kafanın içinde normalleştirmek için harcamış olabilir misin Hilal? Çünkü artık imkansızdınız. Onunla olmanın tek yolunun bu olduğunu kodlamış olabilir misin kafanda?” göğsüm kapasitesinden fazla havayı içine almış gibi doldu doldu taştı o an, yağmur yağıyordu ve ben ağaçlı bir yolda karanlığın bağrında hızlı adımlarla yürüyordum. Bir sorunun cevapsız kalması ne kadar uzun sürebilirse o kadar sustum ve düşündüm. Kendime söylediğim yalanın ne kadar derin bir katmanda kaldığını araştırmaya çalıştım, ki zihnim her zamanki gibi benimle oyun oynuyordu. Sonra valizin en altındaki hırkayı tek seferde bulup çekip almak gibi çıkarıverdim cevabı ve üzerime giyindim.
Kokuşmuştu artık, rutubet, kusmuk, pislik içinde bir kokuyu andırdı. Midemi bulandırdı. Ve her biri birbiriyle buluştu bir anda. Bundan bir sene önce ve bir sene boyunca hazine adası gibi sağa sola savurup yokmuş gibi davrandığım hatıralarım, acılarım.
Ve Eskişehir’de olduğum iki gün boyunca özel olarak önünden geçtiğim arka sokağımızdaki eve diktim gözlerimi bu sefer. Hayalini kur şimdi dedim, hiçbir şey değişmemiş hiç terkedilmemiş hiç bu kadar kanırtılarak öldürülesiye zarar verilmemiş gibi.
İki kaldırımında sık ağaçların olduğu bir sokak düşünün. Orada bir ev ve benim en derinlere gömdüğüm hayallerim. Her yerde bas bas bağırıyorum bir yıldır. Evlenmek deli saçması diye, çocuk sahibi olmak dünyanın en korkunç şeyi.. Aslında değildi. Bir yıl önce ben çok istemiştim ve çok mutluydum bu hayale sarılırken. Ve itiraf etmeliyim, hayatımın en güzel hayaliydi. Tertemizdi, tertemizdim.
Sonra çıktım oradan gaza bastım ve bir diğerine gittim. Ne olduysa o gece olmuştu. Unesco bilmemne koruma bilmemnesini alan o büyük parkın girişinde ara sokakta park eden bir yıl önceki arabama ve bana baktım. Biraz sonra yapacağım şeyi izledim ifadesiz bir suratla. Ne kadar korkuyor olduğumu izledim sokağın karşısından. Başıma ne geleceğini bilmeden ellerim titreyerek.. Kimse yoktu. Annem, babam, en yakın dediğim arkadaşlarım, ve o.
Sonra eve gidip üç gün boyunca sakinleştirici içip uyuyuşum ve sonraki iki ayımın ağrılar ve sancılarla geçmesi ve hissizlik. İnsan çok korktuğunda ve çok acı çektiğinde hissizleşiyor. Aslında asla dışarı vurmadığın içindeki kaotik gürültünün sessiz bir şahidi gibi...

Sonra Merve’ye döndüm, dün akşama yani. Bütün bunları unutmuş olmamın mantıklı açıklaması; iyi ve affedici kalbim miydi? ^^ değildi bence. Bir yıl boyunca içimdeki kaosu dindirmeye çalışırken kalbimin kırılan paramparça olmuş köşelerini birbirine yamalamaya çalışırken asla yama tutmayan kenarlarını öylece bırakıvermiştim olduğu yere ama Eskişehir’de. Bu yüzden 8 aydır kaçıyordum bu şehirden.
Ben affetmemişim sanki onu ve kendimi, öldürüp yenisini yarattığımı sanmışım. Başka bir paralel evrendeymişçesine. Her şey o kadar buz gibi olmuştu ki sanki onarılacak bir şey kalmamıştı. Ve sıra onunla yüzleşmeye geldiğinde sıcacık gözleri tekrar içimi ısıtmıştı. Ve ben teşekkür ettim ona, beni bu iğrenç(!) gereksiz hayallerden kurtardığı için. Çünkü başka türlüsünü bilmiyordum ki. İnsan kaybettiği ve bir daha asla sahip olamayacağı şeylerin arkasından ağlayarak devam edemiyor bir noktadan sonra.
İnsanın artık hayal kuramaması nasıldır kaç kişi bilir bu hissi? Kaybolmuşluğunun ortasında körlemesine ilerlemeye çalışırken özellikle ışığını senden çalanların yolunu aydınlatmaya çalışmak. Ah hiç sevmezler böylelerini. “Tek istediğim senin mutluluğun.” diye haykırdım ona. Gözlerini kaçırdı benden Allahtan. Ama biraz zorlayınca da “Aşık değilim ki ben sana, senin için ölüp bitmiyorum da” dedi, muazzam bir cevaptı. Gözlerinin içinde takılı kaldım. Onun tarafından sevildiğini hissetmek sonbaharın renkleri gibiydi, bir nefes mesafesinde içime çektiğim ve gözlerimi açtığımda üzerine karlar yağmış bulduğum her seferinde. Ben seviyordum bu hayatı, çiçekleriyle böcekleriyle, iyisiyle kötüsüyle; yaşayan her şeyiyle.. Bir de onu seviyordum. Ama gözlerindeki sıcacık gülümseme artık sadece gözlerimi kapattığımda içimi ısıtabiliyordu, hatıralarımda..
Çünkü cevabı zaten biliyorum ben.
Bundan üç yıl önce Toronto’daki rezidansın asansöründe ağlarken ayakta durmaya çalışırken kenardaki demiri tutan ellerimi hatırladım. Parmak eklemlerinin beyazlayışını, ağlamaktan nefessiz kalışımı. Benzer hikayelerdi bunlar. Ve benzer hikayelerin sessizliği. O günden birkaç hafta sonra elimde sertifikalarımla yağmurlu gökyüzüne bakıp “Ne yapacağım ben şimdi.” diye soruşum ve cevap bulamadığımda içimdeki o sıkışma. O adam bana bağıra çağıra hakaretler savurup “Seni hiç sevmedim ki.” diye haykırırken keyiften dört köşe gülüşüm geldi aklıma. Benzer hikayeler dedim ya..

Mesele onu unutmak değildi. Onu unut diyemem artık ben kendime, kimse kimseye bunu söyleyemez. sadece çok keskin bir yüzleşme oldu Eskişehir. Çok keskin bir çözülme. İnşa ettiğim peri masalının kötü cadılar tarafından istilası ya da zehirlenerek büyütülmüş sevgisiz çocukların aynası olmuştum bu zamana kadar. Annemin iyi kalpli gözyaşında saklı kaldım..
O evi tekrar hayal etmeye zorlamak kendimi, ıslak saçlarımdaki bir düğümü çözmek gibiydi. Tarakla çekiştirdiğim saçlarım önce canımı acıttı ama sonra dikkatimi verip biraz nazik oldum kendime. Ve yine, gitme vaktimin geldiğini anladım. Geri kalan herkesten.
H.
Comentarios