top of page
Ara

Yoganın ruhu nedir?

Yazarın fotoğrafı: Hilal ÇelikHilal Çelik

Bir keresinde Almanya’dan Türkiye’ye uçarken sabaha karşı, gökyüzünde güneşin pıtırtılarla doğuşunu seyretmiştim. Kırmızının, morun ve sarının muazzam dönüşümü, doğum sancısı çeken ışık çatlamaları ve sonunda mutlu minicik bir günün ilk saniyeleri. Neşeyle, bakire bir hevesle göğsümden doğmuştu sanki. O sabahtan beri bazen o sabahı düşünürüm, her sabah bu mucize gerçekleşiyor aslında sonsuz, neşeyle dans eden bir döngüye dahil; her gün yeni baştan. Hayatımda gördüğüm en güzel şeylerden biriydi, ki bir salisesini bile kaçırmamak için gözlerimi kırpmamıştım.


Başka bir seferinde yine Almanya’dan Türkiye’ye dönerken bir akşam vakti, bu sefer İstanbul boğazının üzerinde güneşin batışına şahit olmuştum. İnsanın içini sıcacık yapan bir yaz akşamıydı ve boğazın üzerinde iniş sırasını beklerken İstanbul’un tüm dokusunun kırmızının en sıcak tonuna büründüğünü gördüm. Kalbim durduğu yerde titreşiyordu sanki. İstanbul’un bir kadın olduğunu hayal ederim hep; bazı günler çok öfkeli, bazı günler kalbi kırık, bazı günler şefkat dolu bir anne, bazı günler acımasız bir sevgilidir. O akşamki İstanbul tutkuyu büyütüyordu içinde; kızarmış bir ayva tatlısı gibi tatlıydı, kıvamlıydı.


Öyle anlar var ki hayatta, gelecekten geçmişe baktığımda o anın dönüm noktası olduğunu ve her şeyi değiştiren an olduğunu neresinden bakarsam bakayım görebiliyorum. Ve bazı anlar da var dönüm noktalarına karşılık, tam zıttı; öyle dingin, huzurlu, deli dolu aynı zamanda ama süreç değil sadece bir an; fotoğraf karesi gibi, parmağı varmış ve kalbime dokunup geçmiş gibi. Bir seçme şansım olsa aynı anı sonsuza kadar yaşayabilecekmişim, nefes almadan o anda hür irademle hapsolabilecekmişim gibi. Öyle anları da biliyorum, aldığım nefeste gizli kaldılar, bağrımda sakladım, hiç eskimeyen bir defter gibi ihtiyacım olduğunda çıkarıp çıkarıp çeviririm sayfalarını.


Ama asıl söylemek istediğim; eskiden böyle hatıralar biriktirirdim, gelecekten korkardım ve gelecekte bir gün yine sınırlarıma çarpıp yere düştüğümde, duygusal felçlerimden birini yaşadığımda, kayıplarla bedenimin pırtık pırtık söküldüğünü hissettiğimde ve yeryüzünü gazete kağıdı gibi ayaklarımın altından çektiklerinde, öyle hafif, ıslak ve yapış yapış; karanlığın içinden soluk bir hayale ihtiyacım olacaktı tutunup kendimi yüzeye ittirebilmek için. Aradan uzun zaman geçti bu hatıra koleksiyonuma yeni bir tanesini eklemeyeli. Hep en zirveleri eskide yaşadığımı bir daha öylesinin asla gelmeyeceğini düşünürken bir gün İstiklal caddesinde yürüyordum geçen sene, henüz yogaya başlamadan önce. Yanımda en yakın arkadaşım vardı, üniversite yıllarında aynı evi paylaştığım... Durdum bir an kalbim tekledi. Merve’ye baktım ve dedim ki “Dur bir dinle, İstiklal’in sesini dinle, kokusunu içine çek.” Ve ikimizde gözlerimiz titreşerek kalakaldık birkaç saniye. Hep diyoruz ya eskisi gibi değil hiçbir şey diye, İstiklal bir yere kaçmamıştı o an farkettim. Biz artık kör olmuştuk, duyamıyorduk sanki. Dinledim o gün, sokak çalgıcılarını ve kalabalığın uyumlu ritmini tekrar. Kalbim ısındı. Tekrar hatırladım bir anlığına yaşamın doğal sınırlarına aşık olmayı, şeker tanelerine şiirler yazmayı, ellerimi gökyüzüne uzatıp yıldızlarla dans ediyormuş gibi hissettiriyor diye sarhoş şarkılar söylerken kendi etrafımda dönmeyi, kıkır kıkır gülüşlerimi…


Ve o günden sonra da çok düşündüm o anı, ve diğer ışıltılı hatıra koleksiyonumu. Aradan yine bir süre geçtikten sonra bir gün Netflix’teki meditasyon dizisinde meditasyon yaparken adam “Olmak istediğiniz güvenli bir yere gidin.” dedi. Ben gidemedim. Bir süre zihnimi kurcaladım ve bir türlü bulamadım güvenli bir yer. Ama güvensiz de hissetmediğimi farkettim. Sonra olduğum yerde, evimin salonunda kök saldığımı hissettim. Olmam gereken yer tam olarak şu anda burasıydı. Gülümsedim. Sahip olduğum ve olmadığım her şeyi çok sevdiğimi farkettim. Artık gözyaşı ve keder yoktu göğsümde. Sonsuza kadar hapsolmayı tercih edebileceğim anlar ya da düşüncesinden bile koşarak kaçtığım hatıralar da yoktu. Geçmiş ve gelecek artık çekiştirmiyordu beni eskisi kadar. Ben ve Misha’dan oluşan küçük, güvenli, huzurlu ailemiz vardı. Birbirimize göz kulak oluyor, hayatta kalıyor ve yoga yapıyorduk.


Yoga; sabahın ilk ışıklarında doğan yeni günün hevesli çocuk ruhu, sıcak bir yaz akşamı esen serin bir rüzgarın görmüş geçirmiş bilge dokunuşu.. İstiklal’in kalabalık sesi, İstanbul’da sonbaharın içi sıkkın kokusu. Yoga; göğsüne dünyaları sığdırabilen şefkat dolu bir anne sarılması, bir kedinin sevdiği insanlara sürtünerek geçmesi.. Misha’nın bazen homurdanarak gördüğü kabustan sonra bana sokulması… Çöpleri atmaya diye çıkıp tertemiz havayı ciğerlerime doldurmaya doyamayıp zamanı unuturcasına yürüyüşüm.


Yoganın ruhu her şeyin içinde; ancak görmek için baktığımda ve duymak için dinlediğimde hissedebildiğim.. Varoluşumun, beni ben yapan her hatıramın, cismi ve hayali tüm varlığımın özü. Ben yoga ile kendimi ifade etmeyi öğreniyorum, bir bebek gibi en baştan.


H.


 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


  • White Facebook Icon
  • White Twitter Icon
  • White Instagram Icon

© 2016 by Hilal Çelik. Proudly created with Wix.com

bottom of page